[Söyleşi]: “…öncelikle mekânı sorguladım, sonrasında ise burada izleyiciyi de davet ettiğim bir oyun oynadım.”

Cansu Dinç, Neslihan İmamoğlu. Fotoğraf: Hacer Bozkurt

Mimar ve sanatçı Cansu Dinç’in “Şu Anda Buradasınız”* başlıklı ikinci kişisel sergisi, 19 Şubat’a kadar Galeri Sekiz Artı Bir’de ziyarete açık. Sergi vesilesiyle sanatçıyla, mimarlıktan illüstrasyona, ilk üretimlerinden yeni sergisindeki son işlerine kadar üretim yolculuğunu ve bu yolculukta ilham aldığı yazarları konuştuk.**

Bir noktada konfor alanımın mimarlık değil, illüstrasyon ve resim mecrası olduğunu fark ettim.

Neslihan İmamoğlu: Cansu merhaba. Biz seninle Betonart Mimarlık Yaz Okulu vesilesiyle tanışıyoruz; ama seni tanımayan bi_özet okurları için biraz kendinden bahseder misin?

Cansu Dinç: 2016’da Gazi Üniversitesi Mimarlık Bölümü’nden mezun oldum. Aslında fena da sayılmayacak bir mimarlık öğrencisiydim. Mezun olmadan çalışmaya başladım ve çoğu mimarlık öğrencisi gibi okulum biraz uzadı. Yarışma odaklı bir mimarlık ofisi olan “İkikerebir” mimarlıkta 4 yıla yakın şantiyeden proje yönetimine kadar farklı alanları deneyimleme şansım oldu. İtalya’da bir master programından kabul aldığımda istifa ettim. Ama sonra işler biraz farklı gelişti, İtalya’ya gitmedim. Mimarlık pratiğini farklı iş birlikleri ile sürdürmeye başladım. Bir yandan da artık daha fazla zamanım olduğu için çizim pratiğine zaman ayırmaya başladım. Bir noktada konfor alanımın mimarlık değil, illüstrasyon ve resim mecrası olduğunu fark ettim. Çizimlerimi insanlarla paylaşmaya, satmaya başladıktan yaklaşık 3-4 ay sonra Deppo29’dan bir kişisel sergi teklifi aldım. O zaman “connected(!)cities” serisine yeni başlamıştım ve Ekim ayında bu seriyi odağına alan kişisel bir sergi açtım. Artık insanlar beni sanatçı olarak kabul etmeye başlamıştı. Ben de daha düzenli çalışmaya, daha fazla emek vermeye başladım. Yavaş yavaş bu alanda iş birlikleri başladı. Ve Ocak ayında İletişim Yayınları’ndan ilk kitap teklifimi aldım: “Galiba Hışırdıyorum!”.1 Akabinde her sabah gidip kapısını açtığım bir atölyem oldu ve böylece düzenli emek aslında gözümde resmileşmiş oldu. Sonrası su gibi aktı. Mimarlık alanında ne kadar zorlandıysam illüstrasyon ve sanat mecrasında o kadar kucak açıldı bana. Fakat ikisini de birleştirdim bir şekilde; illüstrasyon yapıyor olmama rağmen mekân üzerine çalışmaya devam ediyorum.

N.İ.: Atölye açtığından bahsettin. Bu atölye Ankara’da mı yoksa İstanbul’da mıydı?

C.D.: Atölyem Ankara’daydı; Gaziosmanpaşa’da bir bahçe katı. Bir buçuk yıl orada iki arkadaşımla birlikte bir atölye paylaştık. Sonra geçtiğimiz Haziran ayında bir yer değişikliğim oldu. Bir iş birliği teklifi aldım ve İstanbul’a taşındım. Yani 8 aydır İstanbul’da ikamet ediyorum. Şimdi atölyem evimin bir odası.

Ama şu cümleyi kuramazdım galiba: ‘Ben mimarlığı bırakıyorum, artık illüstratör olacağım.’

Sergi açılışından. Fotoğraf: Hacer Bozkurt

N.i: Bir noktada konfor alanının artık mimarlık olmadığını söylemen dikkatimi çekti. Mezun olduğu alanı konfor alanı olarak benimseyen ve başka bir alana geçerken bu konfor alanını terk etmek zorunda kaldığı için zorlananları sık duyuyoruz. Acaba geçiş kararı aldığın dönemde bir ofiste çalışmaya devam ediyor olsaydın süreç daha mı zor olurdu?

C.D: Çok iyi bir ofis olmasına rağmen oradan ayrılma motivasyonlarımdan biri kendi sesimi bulmakta zorlanmamdı. Ekip çok yetenekli insanlardan oluşuyorsa bir süre sonra onların sesini almaya başlıyorsun. Böyle hissetmeye başlamıştım ve İtalya’da master fırsatı olmasaydı da istifa edip başka neler yapabileceğime bakacaktım. Ama şu cümleyi kuramazdım galiba: “Ben mimarlığı bırakıyorum, artık illüstratör olacağım”. Bu bana imkânsız görünüyordu; o yüzden bugün çizim atölyeleri verirken katılımcılara hep “Ben yaptıysam siz de yaparsınız” diyorum. Zor görünüyordu, ama düzenli emek verince kendiliğinden gelişiyor. Aslında ben cesaret etmedim, yol beni oraya götürdü.

Mimarlık geçmişimi illüstrasyon ile birleştirme dürtüsüyle “connected(!)cities” ortaya çıktı.

N.İ.: Belki bu yoldaki ilk çalışmalarından bahsedebiliriz; ilk sergin “connected(!)cities” serisine odaklanıyordu ama senin o seriden önce de farklı konularda çalışmaların vardı. Nelerle başladın, sonra nasıl evrildi bu çalışmalar? Biraz da işlerin yolculuğunu dinlemek isteriz.

C.D.: Çizime başlamam üniversitedeki eskiz dersi sayesinde oldu. Kendimi mimarlık alanında daha iyi ifade edebilmek için başladım. Elime ilk aldığım araç sulu boyaydı ve uzun süre sulu boya ile devam ettim. Mimari eskiz teknikleri ile üretiyor, sık sık sokağa çıkıp kent eskizleri (urban sketches) yapıyordum. O bana inanılmaz bir pratik, gördüğümü aktarabilme becerisi kazandırdı. Yanıma fotoğraf makinesi almadığım, yalnızca eskiz defteri ile gittiğim bir İtalya seyahatim olmuştu. O eskiz defterinin sayfaları kopuk ve leke dolu ama bir sayfayı açtığımda çizdiğim manzara; sesi, kokusu ile gözümün önüne geliyor. O dönem ne olursa olsun çizmenin çok değerli olduğunu anladım. Galiba istifa etmemden 6 ay önce karakter denemelerine başladım; sonrasında mimarlık geçmişimi illüstrasyon ile birleştirme dürtüsüyle “connected(!)cities” ortaya çıktı.

Ürettiğim her bir kent bir anlatısı ile yeni bir ilişkilenme biçimi kurguluyordum.

N.İ. Benim de Georges Perec vesilesiyle oldukça ilgimi çeken bir çalışmaydı “connected(!)cities”. Biraz daha açabilir misin bu çalışmayı?

C.D.: “connected(!)cities”de derdim daha çok kentlerdi. O dönem çok yer değiştiriyordum; batıdan doğuya gittiğimde tüm dinamiğin değişmesi beni çok etkiliyordu. Bununla birlikte Georges Perec, İtalo Calvino, John Berger gibi isimlerin kenti algılama, aktarma biçimlerinden etkileniyordum. Sonra bir şekilde Perec beni kendine bağladı ve çalışmalarımı daha bir kişisel noktaya götürdü.

“connected(!)cities”de ev arketipini kullanarak kentlerin içindeki insanların ilişkilenme biçimlerini keşfetmeye başladım. Ürettiğim her bir kent anlatısı aracılığıyla kentle yeni bir ilişkilenme biçimi kurguluyordum. Birinde zihnimde İstanbul’dan bir anım oluyordu, birinde Mardin’den…

Çünkü tüm bu yer değişikliği sırasında durup “bir dakika buradasın, şu an buradasın, bu koltukta oturuyorsun; yüzeyi pürüzlü, buranın ışığı böyle, sokaktan simitçi geçiyor…” demediğimiz, kendimize anlama fırsatı vermediğimiz için her şey çok karmaşık görünüyor gözümüze.

Fotoğraf: Hacer Bozkurt

N.İ.: Belki bu noktada, serginin de girişinde “Mekân Feşmekân” kitabı ile bize karşılayan Perec ile kurduğun ilişkiden biraz daha bahsetmek iyi olacak. 

C.D.: Sanatın farklı alanlardan beslenmesi gerektiğini düşünüyorum. Özellikle edebiyat bence gündelik hayatla müthiş bir ilişki kuruyor. Mekân üzerine çalışırken Perec ile tanışmıştım ama evlere kapandığımız dönemde “Mekân Feşmekân”ı tekrar elime almış oldum. Perec’in mekânı algılama biçimi, evde benim için eğlence haline geldi. O dönem iki üretimimde de Perec’ten yola çıktım. Biri Ytong’un yarışmasıydı; o yarışma için Perec’in mekân oyunlarından etkilenerek bir mekânı kullanma rehberi üretmiştim. Bir tanesi de Herkes için Mimarlık ile kolaylaştırıcılarından biri olduğum “Bir Veri Tabanı Olarak Ev” atölyesiydi.

Aslında beni “Şu Anda Buradasınız”a getiren bir iş birliği vesilesiyle Ankara’dan İstanbul’a gelişim oldu. Kent değiştirmek o kadar da kolay bir şey değilmiş; nem değişiyor, koku değişiyor, insanların yaşama, iletişim kurma pratikleri değişiyor ve ben kendime bu değişikliği algılama fırsatı vermedim. Bir noktada bu iş birliği bittikten sonra kendimi bir boşlukta buldum, uzun süre evde vakit geçirmeye başladım ve elime tekrar Perec’i aldım. Beni iyileştiren bir sürece soktu. Çünkü tüm bu yer değişikliği sırasında durup “Bir dakika, şu an buradasın, bu koltukta oturuyorsun; yüzeyi pürüzlü, buranın ışığı böyle, sokaktan simitçi geçiyor…” demediğimiz, kendimize anlama fırsatı vermediğimiz için her şey çok karmaşık görünüyor gözümüze. Kendinizin bu dünyada hiçbir yeri yokmuş gibi oluyor. Hâlbuki var: “Şu an ben buradayım, bu kadar bir hacim kaplıyorum;  zemin hafif pürüzlü…” Böyle düşündüğümde kendimi iyi hissediyorum. Bunu Mekân Feşmekân’da Perec çok sık yapıyor.

İşlerimi bu galeride sergilemeye karar verdiğimde öncelikle mekânı sorguladım, sonrasında ise burada izleyiciyi de davet ettiğim bir oyun oynadım.

N.İ: Perec aynı kitapta “Mesele mekânı icat etmek değil, mekânı yeniden icat etmek hiç değil, (…) mesele mekânı sorgulamak”2 diyor. “Şu Anda Buradasınız” sergisi bu bağlamda mekân ile nasıl bir ilişki kuruyor?

C.D.: Burası şeffaf, sokakla ilişkili kuran bir galeri. İçeri girmeden de serginin çoğunu görmek mümkün. İşlerimi bu galeride sergilemeye karar verdiğimde öncelikle mekânı sorguladım, sonrasında ise burada izleyiciyi de davet ettiğim bir oyun oynadım.

Bunu yaparken mekân yönlendirici oldu. Örneğin “Vitrin Mekân” isimli iş kapsamında vitrine çok yakın bir yerden çerçeve indirmek istiyordum ama asma tavan buna izin vermiyordu, sonunda üst katın balkonundan sarkıttık. Daha da iyi oldu! Bir resmi dışarıya bakacak şekilde asmak istediğimde ise tuvalin arkasının da bir mekân olduğunun farkına vardım ve oraya da müdahale ettim.

Koyduğumuz sınırların tanımları değişseydi ne olurdu? 

N.İ.: Bir anlamda Perec’in “Sayfamda ikamet ediyorum, onu kuşatıyorum, onu kat ediyorum”3 diyerek kelimelerle, harflerle yaptığını resimlerle yapmayı deniyorsun sanırım. Perec mekânla birlikte ölçüleri de sorguluyor. Sen burada ölçülerle nasıl bir oyun oynuyorsun?

C.D.: Ölçme yöntemleri değiştiğinde nasıl algılarız dünyayı, mekânı? Oradaki dert buymuş gibi geliyor bana. Burada iki işte daha spesifik soruyorum bu soruyu.

Bir tanesi “Gram mekân” isimli çalışma; elle şekillendirilen ve tartılarak sanat alıcısına sunulan seramik evler. İçinde bulunduğumuz düzende bütün mekânlar tartılıyor, ölçülüyor, satılıyor. Hakikaten mekânı tartabilir misin, ölçebilir misin? Her insanın kurduğu ilişkiyle o mekânın değeri değişir; birileri bizim yerimize mekânı tartıyor diye mekân ölçülebilir olmaz. Bu seramik evler işiyle niyetim bunun sorgulanması.

Bir de 15 metrelik kumaştan oluşan “Sonsuz Mekân / Parçalı Mekân” isimli çalışma var. Bu iş 65 cm eninde 15 metre boyunca devam eden bir resim aslında. Ama diğer resimlerden farklı olarak metre ile satılıyor. İzleyici kendi resminin sınırını belirliyor, onu kesiyor ve rulo biraz daha açılıyor. Orada Perec’in sınırla kurduğu ilişkiden çok etkilendim. Koyduğumuz sınırların tanımları değişseydi ne olurdu? Evler işlevine göre değil de mesela Perec’in kitabında bahsettiği gibi günlere göre odalara bölünseydi; pazartesilik, çarşambalık… Sınırları izleyiciler belirlese nasıl bir deneyim alanı kurulur? Kumaş ise bu soruya yanıt arıyor.

Hem “Gram Mekân” hem de “Sonsuz Mekân/Parçalı Mekân” işlerinde gördük ki insanların sanat eseri ile arasında ciddi bir mesafe var. Bir yandan o sınırları da bir oyunla esnetmeyi istedik.

Mekândan, andan, anıdan ve mekânı tanımlamaktan bahsederken dünya üzerinde böyle bir yerin var olmuş olması kötü hissettirdi.

“Hareket halinde mekân”, Fotoğraf: Hacer Bozkurt

N.İ: Oyunlardan çok uzakta duran bir iş de var aslında bu sergide. Bavul yerleştirmesi Perec’in “mekânsızlığın yeri, dağılıp savrulma yeri, bir hiç yer, bir Amerikalı Üretme Makinesi”4 olarak tanımladığı Ellis Adası’ndan izler taşıyor. Biraz bu işten bahseder misin?

C.D.: Perec okurken Ellis Adası’na rastladığımda çok şaşırmıştım, böyle bir yerin varlığından haberim yoktu. Amerika’ya büyük göçün olduğu dönemde göçmenlerin belgeleri tamamlanana kadar bekletildiği ve çok kısa bir süre ikamet ettikleri bir ada… Mekândan, andan, anıdan ve mekânı tanımlamaktan bahsederken dünya üzerinde böyle bir yerin varolmuş olması kötü hissettirdi. Perec kendi ailesinin izini sürerken o adaya gidiyor. Onunla ilgili bir anlatısını okuyoruz biz de. İnsanlar oradan oraya giderken aslında benim zihnimde bavulun kendisinin de bir mekân olduğu fikri belirdi ve maalesef konu göçmenlik olunca çoğu insan için bir süre mekân olmaya devam ediyor. Perec’in “mülteciyi göçmene; gitmiş olanı gelmiş olana dönüştürmek için gerekli zaman”5 tanımlaması çok etkiledi beni. Bu etkiyle, uzun zaman önce aldığım bavul bir yerleştirme “Hareket hâlinde mekân” ismiyle sergide yerini aldı. Bavul galerimin içinde de sürekli yer değiştiriyor.

“Duvar mekân”, Fotoğraf: Hacer Bozkurt

N.İ.: Sergideki bazı işler “connected(!)cities”den izler taşıyor bazıları ise çok farklı tekniklerde üretilmiş. Tüm bunlar nasıl bir araya geldi?

C.D.: Çoğu uzun zamandır ürettiğim işler ama burada benim için asıl mesela sanat ürününün kendi mekânını keşfetmeye çalışmaktı. Mesela buradaki antika çerçeveleri antika pazarlarından topladım ve çerçevelere özel iş ürettim. Ya da tuvalin üzerine seramik evlerden birini koyup onu boya ile gömmeye çalıştım. Böylece kâğıt mekânının, çerçeve mekânının ve hatta duvar mekânının potansiyellerini keşfetmeye çalıştım.

Mekân çekimlerinde refleks olarak o mekânın çevre ile ilişkisine, insanlarla ilişkisine ve pek çok farklı unsura dikkat ediyorum.

Hacer Bozkurt sergiyi fotoğraflarken. Fotoğraf: Ece Yılmaz

N.İ.: Bu noktada mekânı başka bir araçla –fotoğraf makinesi- keşfetmeye çalışan, bir yandan da şu anda bizim fotoğraflarımızı çeken  Hacer Bozkurt’a bir soru sormak istiyorum. Hacer, mimari fotoğraf konusunda oldukça deneyimlisin ama sanırım bu senin ilk sergi çekimin. Nasıl bir deneyim olduğundan bahseder misin?

Hacer Bozkurt: Mimar olduğum için fotoğraflayacağım mekânı hızlıca kavrayıp çekmeye başlayabiliyorum. Mekân çekimlerinde refleks olarak o mekânın çevre ile ilişkisine, insanlarla ilişkisine ve pek çok farklı unsura dikkat ediyorum. Ama burada durum biraz farklı: Cansu’nun bu işi nasıl ele aldığını anlamaya çalıştım en başta. Bunları yaparken ne hissediyordu, ne bekliyordu… Onun bana anlattığı haliyle galeriyi hayal ettim. Sonra resimleri kendi renkleriyle, mekândaki konumlarıyla ve Cansu’nun onlarla kurduğu ilişkiyle yansıtmaya çalıştım. Örneğin evlerle yaptığımız video çalışmasında arkadan kalabalık bir şehir sesi geliyor; eğlenceli bir müzik de olabilirdi ama bu haliyle Cansu’nun istediği atmosferi yansıtıyor.

Mekân nasıl ve o mekânda eserler nasıl konumlanıyor? Çekime bu sorularla başladım ve ”insanlar eserlerle nasıl etkileşim kuruyor” diyerek devam ettim.

N.İ: Her ikinizin de mimarlık mezunu olması iş birliğinizi nasıl etkiledi?  

C.D.: Bence mimarlığın en büyük getirisi her konuya bir problem olarak yaklaşma becerisini kazandırması oldu. Hacer mekâna geldiği an problemi anlamaya çalıştı; derdimi başkasına anlatırken daha fazla zaman harcamam gerekecekti ama bir mimarla konuştuğumda farklı oldu.

H.B.: Mimarlar başka türlü düşünüyor ve farklı takıntıları var. Mimarlık dünyasında tartıştığımız, mimarlıkta dert edindiğim birçok mesele şimdi fotoğrafta da derdim olmaya başladı. Mekân fotoğrafları çekmediğim zamanlarda da o bakış açısıyla ilerlemeye çalışıyorum.

N.İ.: Perec’ten ilhamla son bir sorum var Cansu sana: Nerede ikamet ediyorsun?

C.D.: Aslında bunun tek bir cevabı yok. Şu an olduğum yerdeyim, sizinleyim, buradayım ama bulunduğum adres tanımına anlam yüklemiyorum, bulunduğum ana anlam yüklüyorum.


*
“Şu Anda Buradasınız ”
Sekiz Artı Bir Galeri
29 Ocak – 19 Şubat
Koordinatör: Koray Arman
Kreatif Danışman: Sarp Süerdaş
Editoryal Danışman: Burcu Yılmaz
Sergi Fotoğrafları : Hacer Bozkurt
Sergi hakkında ayrıntılı bilgi için bkz: https://biozetdotcom.wpcomstaging.com/2022/01/21/cansu-dincin-ikinci-kisisel-sergisi-su-anda-buradasiniz-29-ocaktan-itibaren-galeri-sekiz-arti-birde/
**
Söyleşi 2 Şubat 2022 tarihinde Sekiz Artı Bir Galeri’de gerçekleşmiştir.
Deşifre: Meltem Merve İmamoğlu
1 Sema Aslan, Galiba Hışırdıyorum!, Resimleyen: Cansu Dinç, İletişim Yayınları, İstanbul, 2020. [Bkz: https://iletisim.com.tr/kitap/galiba-hisirdiyorum/9929%5D.
2-3 Georges Perec, Mekân Feşmekân, Everest Yayınları, 2017.
4-5 Georges Perec, Ellis Adası, Sel Yayıncılık, 2018.