10 Eylül 2018’de Ziyarete Açılan TROYA MÜZESİ’ni Mimarı Ömer Selçuk Baz Anlattı!

Fotoğraf: Murat Germen

Dünyanın en bilinen ve üzerinde en çok konuşulan antik kentlerinden Troya, UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne kabulünün 20. yılında müzesine kavuştu. 2011 yılında toplam 132 projenin katıldığı Troya Müzesi Ulusal Mimari Proje Yarışması’nda oybirliği ile birinci olan Mimar Ömer Selçuk Baz’ın projesi, 2018 Troya Yılı’nda tamamlanarak 10 Eylül 2018’de ziyarete açıldı. 

Temelleri 61 yıl önce Çanakkale’nin Çan ilçesinde atılan Türkiye’nin köklü sanayi kuruluşu Kaleseramik’in de destekçilerinden biri olduğu Troya Müzesi, ‘2018 Troya Yılı’nda tamamlandı. Çanakkale merkeze bağlı Tevfikiye Köyü sınırları içerisindeki 5 bin yıllık Troya Ören Yeri; “Troya” temalı etkinliklerin düzenlendiği 2018 yılında, 500 binden fazla ziyaretçiyle yeniden zirveye çıktı.

Fotoğraf: Murat Germen

 

Yurt dışına kaçırılan Troya eserleri, artık kendi topraklarında sergilenmeli

Toplam 65 milyon TL’ye mal olan projeyle ilgili tüm detayları Troya Müzesi’nde gerçekleştirilen basın buluşmasında paylaşan Ömer Selçuk Baz, “Troya Müzesi’nin temel kuruluş amaçlarından biri de kaçırılan eserlerin geri getirilmesini sağlamaktır. Bu fikir ışığında müze içinde hiçbir replika-kopya eser kullanılmıyor. Üçüncü katta yer alan, kaçırılan eserlerin anıldığı ‘Yitik Miras’ bölümü, giden eserlerin topraklarına tekrar kavuşmasına olan ümidimizi tazeliyor” dedi.

Toplam 104 bin metrekare arazi üzerine inşa edilen müzenin 11 bin 500 metrekare kapalı alanının 2 bin 400 metrekaresi sergileme alanı olarak planlanmış. Bu alanlarda büyük ebatlı taş lahitlerden, ufak cam iğnelere ve altın küpelere kadar farklı nitelik ve ölçeklerde 6 bini aşkın arkeolojik eser bulunuyor. Ayrıca 30 bine yakın eser de depolarda yer alıyor. Dükkan, kafeterya, geçici sergi salonu ve konferans salonuyla ziyaretçilerin erişimine açık olan müzenin batı kanadında ise ofis, laboratuvar, teknik hacim ve depo alanları yer alıyor.

Troya’yı gören herkes bu büyünün etkisinde kalıyor

Troya’da 1988-2005 yılları arasında kazı başkanlığını yürüten Manfred Osman Korfmann’ın, “Homeros’un İlyada’sından ve bu eserdeki olayların sahnelendiği Troya’dan bir büyü-bir tür sihir yayılmaktadır. Herhalde bu konuya gösterdiğimiz kişisel ilginin temelinde de bu yatmaktadır” şeklindeki sözlerini hatırlatan Ömer Selçuk Baz, “Gerçekten de Troya’nın toprağına eli ayağı değmiş herkes bu büyünün etkisi altında kalıyor. Korfmann, büyülenmenin ötesinde, hayatının 17 yılını adadığı Troya ve çevresinin 1996’da Milli Park, 1998’de UNESCO Dünya Miras Alanı ilan edilmesi doğrultusunda; arkeoloji dostları, sivil toplum örgütleri, Kültür ve Turizm Bakanlığı ile ortak çalışmalar yürüttü. Korfman, tüm bunların gerçekleştiğini, 2006 yılında vefat etmeden önce görme imkanıbuldu. Korfmann’ın, Troya’da kazılara başladığı yıllarda, dostları, öğrencileri ve kazı arkadaşlarıyla kurduğu bir başka düş de Troya’ya yapılması planlanan bir müzeydi. Bu müzeyle, yurt dışında 45’ten fazla koleksiyona dağılmış Troya eserlerinin çıktıkları topraklarda korunması ve sergilenmesi hayal ediliyordu.”

Müze hayali ‘Troya Yılı’nda gerçek oldu

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından, Troya’ya bir müze yapılması hayalini gerçekleştirmek üzere 2011 yılında Ulusal Mimari Proje Yarışması düzenlendiğini belirten Ömer Selçuk Baz, yarışmaya katılanlar arasından birinci seçilen projenin inşasına 2013 yılında başlandığını, 5 yıl süren inşaat çalışmalarının son yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 2018’i Troya Yılı ilan ettiğini ve böylece Troya Müzesi’nin, Troya Ören Yeri’nin UNESCO Dünya Miras Listesi’ne girmesinin 20. yılında ziyarete açıldığını söyledi.

Dışarıdan bakıldığında müze, dev bir buluntu olarak algılanıyor

Yalın Mimarlık ekibi olarak, Temmuz 2012’de Kültür ve Turizm Bakanlığı ile imzaladıkları sözleşme ile proje çalışmalarına başladıklarını ifade eden Ömer Selçuk Baz, “Troya Müzesi’nin mimari, sergi ve peyzaj tasarımında aynı temel prensipler benimsendi. Tasarımın, Troya Ören Yeri’nin önüne geçmemesi, ören yerinin yorumlanmasına destek vermesi hedeflendi. Bunu yaparken çevredeki doğal ve mimari dokudan, arkeolojinin sağladığı bilgi ve birikimin yanı sıra, ziyaretçilerin hafızalarındaki ön bilgiden yola çıkıldı. Dışarıdan bakıldığında müze, topraktaki bir yarıktan yükselen, peyzaj içerisine oturtulmuş dev bir buluntu olarak algılanıyor. Paslanmış metal (corten) kaplı yapı, topraktan çıkarılmış kırılmış çanak çömlek gibi renk değiştirdi. Kendine özgü dokusuyla bir geçmişi olduğunu hissettiriyor” diye konuştu.

Çatıya ulaştığınızda Troya’nın geçmişini hayal etme imkanı buluyorsunuz

Müzede, Troya’nın hikayesi giriş rampasından itibaren 5 temel başlık halinde sunuluyor. Müze içinde yer alan sergi, zemin katta Troas bölgesi kentlerini, birinci katta Troya’nın 1’den 7’ye kadar olan katmanlarını, ikinci katta İlyada ve Homer üzerinden Roma ve Helenistik dönemi, üçüncü katta da popüler kültür ve arkeoloji tarihinde Troya konularına yer veriliyor.

Mimari tasarımın tüm destek işlevlerini yer altındaki tek bir kata topladığını vurgulayan Ömer Selçuk Baz, şöyle devam etti: “Bu kat yeryüzünden algılanmayan, üzeri peyzaj ile örtülü bir kattır. Serginin yerleştiği yapı bu katın içerisinden yükselen 32×32 m boyutlarında kare planlı robust bir objedir. Atölyeler, depolar, giriş, işlikler, konferans salonu ve teknik hacimler bu kare planlı sergi yapısının etrafını saracak şekilde düzenlendi. Sergi yapısını, dört tarafından, söz konusu destek işlevlerini ayıran ve bağlayan bir sirkülasyon bandı sarıyor. Rampalardan yukarı çıkmaya başladığınızda cephedeki yarıklardan coğrafya, tarlalar ve ‘Troya Ören Yeri’ görülüyor. Çatıya ulaşıldığında ise dev bir seyir terasına çıkılıyor. Teras, Troya’nın uzak ve yakın geçmişini hayal etme fırsatı sunuyor.”

Fotoğraf: Murat Germen

Kadim kültürlerin mimarlığı gibi malzemeler yapıda kendileri olarak var oldu

Yapının olabildiğince kaplamalardan kaçınan, olduğu gibi görünmeye gayret eden bir dile sahip olduğunu ifade eden Ömer Selçuk Baz, “Kadim kültürlerin mimarlığı gibi, malzemeler kendileri olarak yapıda var oluyor. Bir zamanların mimarlığında zaten başka türlüsü düşünülemezdi. Mekanda taş, taş olarak, ahşap ise ahşap olarak kendi yerini bulurdu. Troya Müzesi’nde de kısıtlı sayıda malzeme ziyaretçilerin dikkatini dağıtmamak için seçildi. Yapılar kaba halleri ile kendi inşaat teknolojilerini açığa çıkaracak şekilde kullanıldı. Bir de buna ek olarak çok farklı şekillerde gün ışığı ile malzemelerin etkileşime girmesi sağlanmaya çalışıldı. Alabildiğine gökyüzü altında yıkanan zeminlerden, uzun ince yarıklardan, kesiklerden iç mekana sızan ışığa kadar farklı gün ışığı şiddetleri yapıda kendine yer buldu” dedi.