[Ayın Yorumu] – Tuğçe Tezer: Şubat’tan Eylül’e, Antakya’da Deprem: Kavramlar Arasında Bir Yolculuk Denemesi

Antakya - Silahlı Kuvvetler Caddesi girişi, bugün aramızda olmayan Asia Cafe. Fotoğraf: Mustafa Özçelik, Şubat 2023

Ayın Yorumu bölümünde Şehir Plancısı Tuğçe Tezer, deprem öncesi Antakya’yı anlatan kavramlar üzerinden bizleri bir yolculuğa çıkararak Antakya’nın deprem sonrası dönemde yaşadıklarını aktarıyor. 


Antakya, 6 Şubat ve 20 Şubat 2023 depremlerinde Türkiye coğrafyasında en büyük yıkımın yaşandığı kent: Resmî olmayan açıklamalar yıkım ve hasar oranını %85 olarak gösteriyor. Tarihi boyunca defalarca depremlerle sınanmış olan kent için 2023 yılının Şubat ayı, artık yeni bir milât olacağa benziyor. Milât, genel olarak başlangıcı ifade eder ve başlangıç, iyi ya da kötü, fakat mutlaka belirli bir nedenle bir değişimi, çoğunlukla farklı bir döneme geçişi anlatır. Bu yazıda, 2023’ün Şubat ayının üzerinden yaklaşık sekiz ay geçmişken, 6 Şubat ve bugünlerde tamamlamak üzere olduğumuz Eylül ayı arasında, Antakya’nın deprem sonrası dönemini beraber anlamaya çalışacağız. Bunun için önce bazı kavramlarla bir soyut hat inşa edeceğiz. Antakya’nın deprem sonrası dönemde yaşadıklarını anlama çabamızı, bu hattı oluşturan kavramlar üzerinde ve zamanlar arası bir hareketle, deprem öncesi dönemle karşılaştırmalı bir değerlendirme yaparak gerçekleştireceğiz. Beraber çıkacağımız bu yolculuğun sonunda bana eşlik edenlerin; Antakya’yı ve deprem öncesi güzelliğini farklı yönleriyle bir ölçüde anlamış, depremin büyüklüğünden ve Antakya’ya etkisinden farklı katmanlarıyla daha çok haberdar olmuş, depremden sonra Antakya’da yapılan ve yapılmaya çalışılanları, sürecin aktörlerini genel olarak tanımış olmasını amaçlıyorum. Umarım yazı tamamlandığında, Antakya’nın depremden sonra iyileşme sürecine destek olma isteği duyarsınız ve aklınızda bu süreçte yapabileceklerinize dair fikirler filizlenir.

Yazıya başlarken önce, yukarıda vadettiğim yolculuğun üzerinde gerçekleşeceği hattı inşa edeceğiz. Bu hattın yapı taşları, diğer bir deyişle uğrak noktaları mevsim, zeytin ve su, defne, ipek, baharat, insan, ev ve mahalle, kültür ve miras, kent ve planlama ile dayanışma kavramlarından oluşuyor. Bu kavramları tek tek ziyaret ederken, her kavram için başta Antakya’nın deprem öncesi dönemini, ardından da deprem sonrası gelinen durumu anlamaya çalışacağız.

mevsim

Antakya her mevsimde güzel bir kent, fakat Antakya bazı mevsimlerde, bazı özellikleri sayesinde biraz daha güzel olur. Örneğin Nisan ayında avlulu evlerin sınırladığı tarihî Antakya sokaklarında yürürken, nehrin esintisiyle gelen belirgin bir limon kokusu burnunuza çalınır. Avlulara girdiğinizdeyse üzerinize limon ağaçlarından düşen çiçekler size bir masal diyarında olduğunuzu hissettirmekte hiç zorlanmaz. Sonra Temmuz ayı gelir, hava sıcaklığı normal iklimlere alışık olanların baş edebileceği aralığın oldukça üzerinde olsa da, Antakya’nın tarihi sokaklarında yürürken sıcak havanın sizi hiç yormadığını şaşkınlıkla fark edersiniz. Bunun nedenini bazen Habib-i Neccar Dağı ile Asi Nehri arasında kurulu tarihi kent dokusunu oluşturan sokakları kendinden mahrum etmeyen Akdeniz rüzgârı, bazen de daracık sokakların üstünü -gün içinde farklı açılardan gelen güneşe müsaade etmesi dışında- neredeyse tümüyle örten çatı örüntüsünün sağladığı gölge oluşturur. Eylül ayı geldiğinde ülkenin geri kalanında deniz mevsimi bitmek üzereyken, Antakya’nın deniz mevsiminin nerdeyse en güzel zamanı henüz başlamıştır. Gündelik işlerinizi bitirdikten sonra arkadaşlarınızla bir arabaya binip; Samandağ, Arsuz, Meydanköy’den size yakın olana doğru hareket edersiniz. Akdeniz’in suyunun rahatlatıcı sakinliğinde yüzdüğünüzde, Eylül serinliğinde ruhunuzun ve bedeninizin tazelendiğini duyumsarsınız.

2023 yılının Nisan ayı, Antakya’nın önceki “Nisan”larına hiç benzemedi. Temmuz ve Eylül ayları da öyle. Nisan ayında Antakya’da solumaya doyamadığımız limon kokusunun yerinde asbest riskinden kendimizi sakınmamız gereken enkazın tozu ve kokusu vardı bu defa. Temmuz ayının esintisi artık moloz kaldırma ve taşıma süreçlerindeki yöntemsizlik, denetimsizlik ve acelenin getirisi asbest ve silikayı tüm kente savuruyordu ve tarihi Antakya kent dokusunda, gölgesinde dinlenebileceğimiz çatılar gün geçtikçe azalıyordu. Eylül ayına geldiğimizde enkaz kaldırma çalışmaları giderek tarihi merkezde ve yeni kentte ağır hasarlı yapılar bakımından epey “ilerlemiş” durumda olup, Antakya’nın yeni atmosferini oluşturan toz bulutu, aylardır olduğu gibi kentin üzerinde sabitlenmiş görünüyor. İlerleyen günlerde orta hasarlı yapılarla devam edeceği açıklanan yıkım ve enkaz kaldırma çalışmaları ise, bugüne kadar edinilen deneyimden yola çıkılarak, “Antakya halkını ve halk sağlığını korumamız” gereken günlerin biteceği zamanların pek yakında olmadığını haber veriyor.

 zeytin ve su

Antakya, doğanın kenti hiçbir güzelliğinden mahrum bırakmadığı bir yer. Dağ, su ve ova üçlemesinin uzun yıllar boyunca kentsel yerleşimle bir denge içinde varlığını sürdürdüğü Antakya, yakın geçmişte bu dengenin farklı açılardan bozulmasının farklı örneklerine sahne oldu. Önce 1950’lerde başlayan ve 1970’lerde tamamlanan bir projeyle Amik Gölü ve çevresindeki bataklık kurutuldu, Amik Ovası’na eklenen bu yeni verimli toprak, ovanın geri kalanı gibi tarım alanı olarak kullanılmaya başlandı. Ardından 2000’lerin başlarında Amik Ovası -başka bir deyişle bölgedeki üç fay hattının kesişim noktası ve kadim Amik Gölü’nün- üzerinde, o tarihte büyük eleştirilere konu olan Hatay Havalimanı inşa edildi. Seneler boyunca havalimanının pisti, yapısı ve havalimanını çevredeki kentlere bağlayan yollar sıklıkla sular altında kaldı. Amik Gölü kurutulurken tabanında çökme meydana gelen Asi Nehri’nde ise, tarihi boyunca Antakyalılarla kurduğu “dokunma” düzeyindeki ilişki, yerini “uzaktan izleme” ilişkisine bıraktı; kent ve su arasında açılan mesafe, nehrin ev ve sanayi atıklarıyla kirletilmesinin yanında, yüzyıllardır kentin en önemli toplanma alanını tanımlayan tarihi Roma Köprüsü’nün 1975’te yıkılması kararıyla perçinlendi. Nehrin her iki yakasında yapılan dolgu alanları büyük ölçüde yapılaşırken, Asi Nehri doğal niteliğini kaybeden bir su kanalına dönüştü. Bu süreçte, 1960’lardan itibaren artan şekilde Asi Nehri’nin batı yakasında yer alan Antakya Ovası yönünde oluşan yoğun kentsel “gelişme” ise ağırlıklı olarak zeytinlikler üzerinde yüksek emsallerle inşa edilen çok katlı yapılarda vücut buldu. Kentin tarihi geçmişinde de sıklıkla anlatılan önemli bir su varlığı olan Harbiye şelaleleri ise, zaman içinde suyun debisi azalmış olsa da, Antakya ve doğanın oluşturduğu bütünsel sistemin güzel bir örneği olarak varlığını sürdürdü.

Şubat 2023 geldiğinde, Hatay ve Antakya’ya yardımların geç ulaşmasının temel nedenlerinden birini, Amik Ovası ya da Amik Gölü üzerine inşa edilmiş olan Hatay Havalimanı’nın pistinin ve yolunun çatlaması oluşturdu. On yıllardır zeytinlikler üzerinde inşa edilmiş olan yapılar ve seneler içinde doldurularak bir su kanalına dönüşmüş olan Asi Nehri’nin iki kenarında inşa edilen yapıların tamamına yakını yıkıldı ya da ağır hasar aldı, ne yazık ki çok sayıda insanın ölümüne neden oldu. Depremin hemen ardından kontrolsüzce başlayan geçici barınma alanları oluşturma süreci, ağırlıklı olarak doğal alanlar üzerinde ilerledi ve tarım alanlarının önemli bir bölümü “tarımsal niteliğini kaybetmiş alan” olmaya aday alanlar hâlini aldı. Öte yandan yöntemi ve hızı nedeniyle aylardır eleştirilen enkaz kaldırma, moloz taşıma ve moloz dökümü süreçleri sıklıkla geçici barınma alanları, zeytinlikler, sahiller ve vadiler başta olmak üzere doğal alanlarda sonlandı ve bu durum, kentin ve doğanın nefes alma alanları olan bu doğal hava koridorlarını asbest ve silika tozuyla kaplayıp kapatarak, kentin atmosferinin canlılar için yaşanabilir bir ortam oluşturma imkânını elinden aldı. Roma döneminden bu yana, Defne başta olmak üzere verimli içme suyu kaynaklarıyla sarılmış olan Antakya’da bugün yerel halk, gündelik hayatın onarılmasına dair adımların yavaşlığı ve yöntemsizliği nedeniyle; 1,5 litrelik içme suyuna erişmek için yaklaşık 2 km uzunluğunda sıra beklemek zorunda kalıyor. 

defne, ipek, baharat

Antakya, tarihi boyunca ekonomik hayatını bir tarımsal üretim, ticaret ve günümüze yaklaştıkça turizm kenti olarak sürdüren bir yer. Zeytin ve narenciye üretimi, zeytinyağı ve defne sabunu üretimi ve ipek böcekçiliğinin yaygın olduğu kentte bu üretim gelenekleri, hem ulusal ve uluslararası ticaret ilişkilerinde Antakya’nın rolü açısından, hem de kentsel mekânın organizasyonunda farklı işlev alanlarının inşa edilmesi açısından yıllar boyunca belirleyici olur. Kentin önemli ticaret mekânları arasında ise bölgesel ilişkiler yönüyle büyük bir önem arz eden tarihi Uzun Çarşı, Kurtuluş Caddesi ve Saray Caddesi bulunur. Uzun Çarşı, Antakya’nın Osmanlı yönetiminde olduğu dönemde inşa edildiği bilinen, İstanbul’daki Kapalıçarşı’yla mimari ve işlevsel içerik açısından benzerlikler taşıyan, çok sayıda uzmanlaşmanın çarşının farklı sokaklarında ve yapılarında temsil edildiği, ahilik ve lonca teşkilatıyla ilişkilendirilen, çeşme, cami, havuz, meydan gibi kamusal mekân ve unsurlarıyla bir bütün olarak işleyen bir alışveriş sistemi ve sosyalleşme mekânı. Bu kadim çarşının baharat, bakır, ipek işleriyle bezeli kokusu ise, hem kentin gündelik yaşamının hem de kısa süreli de olsa dışardan gelenlerin Antakya ziyaretlerinin ayrılmaz bir parçası. Tarihte meşalelerle ilk aydınlatılan cadde olarak tanınan Herod Caddesi’nin yaklaşık olarak 10-11 metre üzerinde bulunan Kurtuluş Caddesi ise kentin ana ticaret, kültür ve turizm aksı olmasının yanında, Antakya’nın kuzey-güney bağlantısının temellendiği ana aksı da oluşturuyor. Üzerinde bulunan önemli dini, kamusal ve ticari yapılarla yayalaştırılmış bir sokak olan Saray Caddesi de, sokak müziği, kamusal mekânlarıyla Antakya’nın ticaret ve kültür hayatı için en önemli yerler arasında. Kentin çeperinde ve tarım alanlarında üretilen doğal ürünlerin zanaat kültürüyle işlenerek satışa sunulduğu bu nitelikli ticaret mekânları, Antakya kent ekonomisi ve kültürünün bir arada somutlaştığı alanları oluşturuyor.

Depremle beraber tarım alanları, zeytinlikler, narenciye bahçelerinin pek çoğu moloz döküm süreçleriyle tahrip edildi. Geriye kalan zeytinlikleri “acele kamulaştırma” sürecinden ve zeytin ağaçlarını kesilmekten korumak ise, yine yerel halka düştü. Fakat yine de bu süreçte yitirilen pek çok tarım alanı ve doğal nitelikli alan söz konusu oldu. İpek böcekçiliği, defne ve zeytinyağı sabunu üretiminin yıllar içinde yerel ekonomi içindeki hakimiyetini yavaş yavaş kaybettiği kentte bu üretim ve zanaat biçimleri, depremden sonra ayakta kalan ve çalışmalarını sürdüren işletmeler eliyle, ulusal ve uluslararası alanda hem Antakya’ya dair bir farkındalık hem de yerel üretim ve ticaretin desteklenmesine dair bir potansiyel oluşturuyor. Uzun Çarşı, yakın geçmişte yapılan ve yerelde büyük bir eleştiri alan restorasyon sürecinin de uzmanlar tarafından sorunlu olarak değerlendirildiği bir deprem sonrası hasar ve yıkımın ardından, yavaş yavaş açılan dükkanlarla eski canlı günlerine dönmeye çalışıyor. Kurtuluş Caddesi’nin üzerinde kolektif hafızanın önemli mekânlarını oluşturan yapılar depremde büyük ölçüde hasar görürken, depremden az hasarla kurtulan bazı turizm ve ticaret işletmeleri yavaş yavaş açılmaya başlıyor. Fakat Antakya’da Şubat depreminin imgesi hâlâ pek çoğumuz için, asırlardır bölgesi içinde en önemli ulaşım yollarından olan Kurtuluş Caddesi’nin üzerinde büyük iş makinelerinin çalıştığı, tozdan göz gözü görmeyen fotoğraftan oluşuyor. Kilisenin ağır hasar aldığı depremde büyük ölçüde yıkılan ya da hasar alan çok sayıda dükkânın enkazı kaldırılınca bugün geriye kalan boşluk, anılarımızdaki Saray Caddesi’ne hiç benzemiyor.

insan, ev ve mahalle

Antakya insanını anlatmanın pek çok yolu vardır mutlaka, fakat benim açımdan en belirgin özelliği, mutlu olmak için hiçbir nedene ihtiyaç duymayan “kendiliğinden neşesi”. Antakya’ya yılın herhangi bir zamanında bir turist, ya da benim sıklıkla yaptığım gibi bir araştırmacı olarak gittiğinizi düşünelim. Büyük ihtimalle kentte geçirdiğiniz zamanının ikinci saatini doldururken, kendinizi Antakya’da hiç de yabancı gibi hissetmediğinizi fark edersiniz. Çünkü Antakyalılar, görenlerde hayranlık uyandıran neşelerinin yanında, benzerine az rastlanan bir kapsayıcılığa da kendiliğinden sahipler. Hâl böyle olunca, Antakya’ya ilk gidişinizden itibaren kendinizi kentin ve yerel halkın, oradaki gündelik hayatın ve işleyişin bir parçası hissetmeye başlıyorsunuz. Tarihi dokunun Köprübaşı tarafındaki Saray Caddesi girişinin köşesinde kışın kestane, yazın mısır satan esnaf, oradan bir sonraki geçişinizde sizi tanıyor örneğin. Ya da mahallenin daracık sokaklarını adımlarken ortak avlulardan gelen seslere aşina hâle geliyor, yürüyüşünüz sırasında oralardan yükselen kahkahadan payınızı almayı normalleştiriyorsunuz. “Ev” ise pek çok yerde olduğu gibi Antakya’da da “barınma”nın ötesinde bir işlev yüklenerek, içindeki ailenin bütün bir mahalle hayatıyla bağlantısını ve kentsel sisteme eklemlenmenin yapı taşını oluşturuyor. Tarihi kentte birbiriyle iç içe fakat bir biçimde mahremiyeti gözeten avlulu dokunun turizm ve ticaret işlevine dönüşmemiş olanları yüzyıllardır konut işleviyle kullanılırken; kentin özellikle kuzey ve nehrin batısında kalan modern kısmında daha çok apartman daireleri, güneyde Harbiye/Defne yönünde ise apartman ve tek ailelik bahçeli konutlar görülüyor. Konutlarda başlayan bireysel hayatlar, mahallenin esnafıyla selamlaşarak yapılan yürüyüşlerle kentin hayatına karışıyor. Günün hangi saatinde, tek başınıza dışarıda olursanız olun, kendinizi güvende hissetmenizi sağlayan bir doğal güvenlik atmosferi ise, kentin büyük bir bölümüne hâkim.

Depremden sonra Antakya’da “konut ve barınma” meselesi bir hayli değişti. Nitelikli geçici barınma alanlarının depremden sonra yaşamını burada sürdürmek isteyen nüfusun tamamı için sağlanmış olduğunu söylemek ne yazık ki mümkün görünmüyor. Kentten Ankara, Mersin, Adana, İzmir, Antalya başta olmak üzere diğer illere yönelen deprem sonrası göçün temel nedeni, kentte geçici barınma alanlarının sağlanamamış olması şeklinde gösteriliyor. Kent merkezinde ağır hasarlı yapıların tamamına yakınının enkazı kaldırılmış durumdayken, yerel halkın bir bölümü hafif ve orta hasarlı yapılarına geri döndü. Bunun başlıca nedenini, geçici barınma alanlarının yeterli nicelik ve nitelikte sağlanamamış olması, bu alanların sunduğu “yaşam biçimi”nin, Antakya’nın kent, konut, bireysel ve kamusal yaşam biçimi ve kültürüyle herhangi bir benzerliği ya da uyumu olmaması, geçici barınma alanı olarak belirlenen yerlerin büyük bir kısmının moloz döküm sahalarının yakınında bulunması oluşturdu. Herhangi bir insanın senelerdir yaşadığı evden ayrılıp bir çadır ya da konteynerde yaşamını sürdürmek zorunda kalmasının zorluklarına, depremden önce Antakya’daki mahalle kültürü ve evin sunduğu olanakların zenginliği ve kendine özgü özellikleri eklendiğinde; bu radikal değişimin insanların ruhsal iyiliği üzerindeki olumsuz etkilerinin yükselmesi muhtemel. Kentteki güvenlik meselesi ise yerel halkın alıştığı güvenlik hissine artık hiç benzemiyor; depremden belirli bir hasarla çıkabilmiş ya da tümüyle yıkılmış durumdaki ev ve ofislerin tamamına yakınına en az bir defa (hatta yerel halkın anlatımına göre, bazılarına dört defa) hırsız girdiği ve evdeki, ofisteki maddi değeri olan eşyayla beraber, depremden sonra yerel halkın deprem öncesi hayatları ve anılarıyla bağ kurma olanağını da beraberinde götürdüğü anlatılıyor. 

kültür ve miras

Antakya kültürel miras açısından, Türkiye’nin diğer kentlerinin çoğu gibi oldukça şanslı. Selevkoslarla, bugünden yaklaşık 2300 yıl önce başlayan kent tarihi boyunca gördüğü çok sayıda farklı yönetim biçimi ve kültürü, kentin somut ve somut olmayan kültürel mirasının bu denli çeşitli ve zengin olmasının temel nedenlerinden biri. Aynı zamanda, coğrafi konumunun getirdiği Anadolu ve Akdeniz, batı dünyası arasındaki “kiriş” niteliği, bunun inanç, ekonomi, kültür hayatı ve fiziksel mekâna yansımaları da, bugün Antakya’da “kültür mirası” olarak adlandırdığımız unsurların varlığının diğer nedenlerini oluşturuyor. St. Pierre Mağara Kilisesi, Habib-i Neccar Camisi, Ulu Cami, Ortodoks Kilisesi, Uzun Çarşı, Sarımiye Cami, tarihi Meclis Binası, Belediye Binası, St. Simon Manastırı, Trajan Su Kemeri gibi anıtsal öğelerin yanında, (tescilli ve tescilsiz yapılar dahil olmak üzere) tarihi Antakya kent dokusu bir bütün olarak Antakya somut kültürel mirasının ta kendisi. Bunun yanında Antakya ve çevresinin büyük bir bölümü, eşsiz bir arkeolojik varlığa sahip. Anıt eserler, sivil mimari ve tarihi kent dokusu ile arkeolojik bölgeler, yalnızca Antakya’nın değil, hem ülkemizin hem de dünyanın ortak kültür mirasının ve yerleşme tarihinin benzersiz unsurlarını oluşturuyor. Bu görünümün arkasında ise, Antakya’yı Antakya yapan esas mesele, yani kültürü bulunuyor. Çoğunlukla “somut olmayan kültür mirası” olarak ifade edilen bu toplamın içinde Antakya’nın kültürel çeşitliliğiyle kendine özgü bir niteliği olan nüfus yapısı, zanaat ve üretim kültürü, inanç kültürleri, sanat ve edebiyat etkinlikleri yer alıyor.

6 Şubat’tan sonra Antakya’nın onarılması sürecine dair endişeler büyük ölçüde Antakya’da kültürel mirasın sürdürülebilirliği üzerinde yoğunlaştı. Bu süreçte kentin tarihi dokusunu oluşturan anıtsal yapılar ve sivil yapılara dair farklı kurum ve aktörlerin farklı yaklaşımları oldu. Vakıflar Genel Müdürlüğü, kendi yetki alanında bulunan anıt eserler için hasar durumlarının tespiti, etrafının çevrilerek can ve mal güvenliği açısından risk oluşturmaması ve gerektiği durumda enkazının yerinde ayrıştırılması süreçlerini yürüttü. Tarihi kent dokusunda anıt eserlerden onlarca kat fazla sayıda bulunan, konut, turizm ya da ticaret işlevinde, tescilli ve tescilsiz sivil mimarlık örneklerinde ise süreç farklı ilerledi. Depremden sonra kurulan Afet Bölgesi Kazı Başkanlığı’nın yönetiminde gerçekleştirilen “enkaz kaldırma” süreçleri, başladığı günden itibaren özellikle yerel halk ve koruma uzmanlarının sıklıkla tepkisini çekti. Bu tepkinin başlıca nedenlerini, nitelikli ve korunmaya değer bir doku bütünlüğü ve kültür mirası ihtiva eden Antakya tarihi kent dokusunun bir bütün olarak ele alınmaması; tescilsiz yapıların (5 Nisan 2023 tarihinde ilan edilen “riskli alan” kararı uyarınca ve daha sonra Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı arasında bir yetki protokolü yapılmış olmasına rağmen) enkazının kaldırılması sürecinin ÇŞİDB yönetiminde olması; Deprem Bölgesi Kültürel Miras Bilimsel Danışma Kurulu’nun tarihi doku içinde yapıların mümkün olduğunca yerinde, avlusu içinde korunarak ayrıştırılması, yapılarının etrafının tıpkı anıt eserler gibi çevrilerek can ve mal güvenliği riskinin bertaraf edilmesi, yapının yerinde korunması ve ayrıştırılmasının mümkün olmadığı durumlarda yeniden inşa edilebilmesi için gerekli detaylı belgeleme yapılarak ve insan eliyle, bunun mümkün olmadığı durumlardaysa küçük ölçekli “bobcat” araçlarıyla kaldırılarak enkaz ayrıştırma alanına dikkatli bir şekilde taşınması ve yeniden inşa için kullanılabilecek detayda ve yöntemle sınıflandırılarak korunması önerilerinin sahada yeterince dikkate alınmaması; tarihi doku içinde betonarme yapıların kaldırılması sırasında onların komşuluğunda bulunan nitelikli yapıların hasar alması ya da yıkılması; tarihi doku içinde günden güne açılan büyük boşluklar; tarihi doku içindeki enkaz kaldırma çalışmaları sırasında konut dokusunun altındaki arkeolojik mirasın zarar görmesi riski oluşturdu. Antakya tarihi dokusunun bütünsel organik desenini kaybetme riskiyle karşı karşıya geldiği deprem sonrası süreçte gelinen aşamada, KTB geriye kalan tescilli yapıların enkaz kaldırma / yerinde ayrıştırma kararlarının KTB ve Koruma Bölge Kurulu yetkilileri, Bilimsel Danışma Kurulu temsilcileri, yerel meslek odası temsilcilerinin katılımıyla oluşturulacak bir ekiple verilmesi uygulamasına başlıyor. Yerel halk arasında memnuniyetle karşılanan bu uygulamanın, Antakya tarihi kent dokusundan geriye kalanı koruması umuluyor. Bununla beraber, Antakya’yı Antakya yapan esas unsuru oluşturan yerel halk, başka bir deyişle somut olmayan kültürel mirası oluşturan aktörün kentteki devamlılığını sağlamak da, depremden sonra yapılacak onarımın ardından kendimizi içinde bulacağımız kente “Antakya” diyebilmek için olmazsa olmaz diğer bir unsur.

kent ve planlama

Daha önce Anadolu ve Avrupa’da pek çok kenti görme imkânı olmuş bir şehir plancısı olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, bugüne kadar kendimi hiç Antakya’da olduğu kadar “kent”te hissetmedim. Beraber geçen on senemiz boyunca ve geçtiğimiz Şubat ayından beri bu hissin nedenleri üzerine çok düşündüm. Antakya, doğa ve yapılı çevrenin -geçmişe kıyasla bozulmuş olsa dahi- dengesinde, insana nitelikli bir yaşama mekânı sunmayı becerebildiği bir kent. Köprübaşı’nda tarihi merkez ve modern kentin arasında durduğunuzda Antakya size bir kentte yapılabilecek şeylere dair birçok alternatifi önünüze serer. Örneğin köprüden batı yakasına geçip eski müzenin hemen arkasındaki Büyük Atatürk Parkı’nda, nehir kenarında ve çam ağaçlarının altında güzel bir yürüyüş yapabilirsiniz. Yorulduğunuzda parkın içindeki sahaftan bir kitap, seyyar simitçiden Antakya simidi alıp, bu ikisini çay bahçelerinden herhangi birinde nehir serinliğinde, çayınızla beraber tüketebilirsiniz. Ya da çok lezzetli bir yemek istiyorsanız, bu defa köprüden tarihi Antakya yönüne, Ulu Cami’nin ve Habib-i Neccar Dağı’nın olduğu tarafa geçmeniz gerekir. Buradaki tarihi avlulu evlerin dönüştüğü restoranların ya da senelerdir burada çalışmakta olan Saray Caddesi ve Kurtuluş Caddesi restoranlarının herhangi biri, sizin için yeterli olacaktır. Diyelim ki güzel bir Antakya kahvesi, “süvari kahve” içmek istiyorsunuz, yine tarihi doku içinde uğrayacağınız kafeler, diğer işletmeler ve hatta evlerin çoğu, en güzel kahvesini memnuniyetle sizinle paylaşır. Fakat Antakya bu somut imkânların ötesinde, bir kent olmaya dair esas varlığını, toplumsal yapısıyla ortaya koyuyor. Eğitim seviyesinin, okuma-yazma oranının çok yüksek olduğu kentte, kır-kent bütünselliğinin ve kadim üretim geleneklerinin getirdiği kültürel arka plan, zengin inanç ve kültür deseniyle bütünleşiyor. Bütün bunların doğal bir bileşeni olarak ortaya çıkan politik bilinç, birey ve toplum olmaya dair bir farkındalığı Antakya’nın sokaklarında somut ve görünür hâle getiriyor. Sanatın farklı biçimleri, tiyatro, müzik, sinema, dans, edebiyat ve farklı spor türleri Antakya’da hiçbir zaman ihmal edilmiyor ve pek çok insan hayatını, bunların en az birini hayatının doğal bir parçası olarak kabul ederek kuruyor. Bir kent olmaya dair bu önemli ve benzerine az rastlanır özelliklerin yanında, Antakya da, Anadolu kentlerinin çoğunda karşılaştığımız planlama sorunlarından azade değil. Hatay Büyükşehir Belediyesi’nin 2014 yılında faaliyete başlamasına kadar olan zamanda belde belediyeleri biçiminde işleyen kent ve dolayısıyla imar yönetimi, Antakya’nın tamamına yakınında zemin mukavemeti açısından çok zayıf ve dayanıksız olan toprakların imara, üstelik yüksek katlı yapılar yapılmasına açılması şeklinde tezahür ediyor. Büyükşehir Belediyesi kurulduğunda yapılabilecek bütünsel planlama şansı ise, daha önceki planların bir araya getirilmesiyle hazırlanan Çevre Düzeni Planı’yla ıskalanıyor. Bu yapısal yanlışlıklar, kent sisteminin işleyişi açısından kritik önemde olan ulaşım, işlev alanları ve yerleşim alanları yer seçimleri açısından kent yaşamına dair büyük sorunları beraberinde getiriyor.

Depremin üzerinden sekiz aya yakın bir zaman geçmişken, Antakya’da hâlâ bir kent yaşamından bahsetmek ne yazık ki mümkün değil. Kentte ve çevresinde bulunan sağlık tesislerinin tamamına yakını yıkıldı ya da hasar gördü. Sağlık faaliyetleri yeni inşa edilen hastanelerle çadır/konteyner biçimindeki sahra hastanelerinde gerçekleştirilirken, mevcut yaşam koşullarının zorluğu nedeniyle Antakya’nın hastanelerinde doktor ve sağlık görevlisi olarak çalışmak isteyenlerin sayısı bir hayli az. Bu durum, kentteki koşulların zorluğu nedeniyle her gün artan sağlık sorunları karşısında yerel halkın sağlık hizmetine erişmesinin önünde bir engel teşkil ediyor. Eğitim tesislerinin de depremden sağlık tesisleriyle benzer bir hasar aldığı kentte, sağlam ya da az hasarlı durumda bulunan eğitim yapıları ise depremden sonra idari tesis olarak kullanılmaya başlandı. Bu durum, okuma ve eğitime büyük bir önem verilen kentte eğitim faaliyetinin sürdürülmesinin önünde büyük bir engel teşkil ederken, depremden sonra kentten dışarı doğru gerçekleşen göçün asıl nedenlerinden birini oluşturuyor. Öte yandan “hak sahipliği” meselesi ve doğal alanlara yapılan müdahaleler başta olmak üzere pek çok konuda hukukçulara ihtiyaç duyulan kentte, hukukçulara erişim açısından da büyük zorluklar yaşanıyor. Planlama konusunda 23 Şubat 2023’te duyurulan 126 no’lu (OHAL dönemi yapılaşma koşullarına ilişkin) kararnamenin ardından, Mart ayında Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın görevlendirdiği DB Mimarlık’ın yürüttüğü bir süreçle başladığı belirtilen Hatay Master Planı çalışmaları bugün hâlâ devam ederken, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın görevlendirmesiyle Antakya’nın tarihi merkezi (“riskli alan” olarak ilan edilen 307 ha büyüklüğündeki alan) için DB Mimarlık, Türkiye Tasarım Vakfı ve KEYM tarafından bir Koruma Amaçlı İmar Planı Çalışması yapılıyor. Bu sırada depremden sonra ilan edilen 3 ay süreli OHAL döneminin tamamlanmasının ardından, Hatay’ın farklı ilçeleri için depremden hemen önce tamamlanmış olan ya da askıya çıkmış olan imar planlarının askı süreleri başladı ya da kaldığı yerden devam etti ve bu planlar yasallaştı. Aynı süreçte, Temmuz ayında ÇŞİDB’nin deprem bölgesinde belirli sınırlar dahilinde “yerinde dönüşüm” uygulamasına ilişkin açıklaması oldu. Antakya’daki yapıların %85 oranında yıkıldığı ya da hasar gördüğü, kentsel sistem ve kent hayatının tüm bileşenleriyle birlikte çöktüğü düşünüldüğünde, bu süreçte Antakya’nın bir kent olarak iyileşebilmesi için merkezi yönetim ve yerel yönetimin, özel sektörün planlama ve mimarlık uzmanlarıyla inşaat mühendisi, jeoloji ve jeofizik mühendislerinin, aynı zamanda üniversiteler ve sivil toplum kuruluşlarının uyumlu bir şekilde bir araya gelmesi elzem görünüyor.

 dayanışma

Antakya’ya daha önce gidip asgari zaman geçirmiş, Kurtuluş Caddesi’ni baştan sonra yürümüş olan neredeyse herkesin dikkatini çeken bir unsur, sokak boyunca yapıların cephelerinde görülen sayısız sivil toplum kuruluşu, dernek, vakıf, meslek odası tabelası olur. Antakya’da uzun yıllardır çalışmakta olan sanat, kültür, mimarlık, edebiyat, müzik, tiyatro, turizm, ticaret, sanayi, spor dernekleri bulunur ve sayılarının oluşturabileceği ya da akla getirebileceği atalet, buralara pek uğramaz. Çoğu oldukça faal bir biçimde çalışmalarını sürdürür. Kimisine göre kent ve kentli kültürü, kimisine göre politik bilinçle ilişkili olan bu “etkin vatandaş olma” performansı ya da istenci, Antakya imgesinin önemli bir parçasını oluşturur.

Depremden sonra henüz bir hafta geçmişken Antakya, dayanışma açısından senelerce üzerine düşünüp konuşacağımız pek çok deneyime sahne ve şahit oldu. Depremden önce Antakya’da kurulmuş olan pek çok dernek, depremden sonra “yardım ve dayanışma” derneği gibi çalışmaya başlarken, Antakya’nın yerel halkı ve Antakya’dan daha önce göç etmiş Antakyalıların başını çektiği çok sayıda platform kurulmaya başlandı. Depremin büyüklüğü, ölçeği ve Antakya’daki etkisi nedeniyle oluşan akut ihtiyaçların karşılanmasında büyük bir açığı kapatan bu dernek ve platformlar, geride bıraktığımız zaman içinde pek çok farklı faaliyette bulundu. Öte yandan hâlihazırda faaliyette olan meslek odaları da faaliyet alanlarını bu açıdan genişleterek, deprem sonrası yerel halkın acil ihtiyaçlarının karşılanmasını ve kentin onarılması meselelerini çalışma kapsamlarına ekledi. Tüm bu sivil toplum bileşenleri, depremden sonra kentten ayrılmak zorunda kalan Antakyalıların kentin duvarlarına yazdığı “Geri döneceğiz Antakya!” cümlesinde vücut buldu. Yardımların organize edilmesi, depremzede öğrencilere burs sağlanması, kermes ve seminerler düzenlenmesi gibi faaliyetlerin yanında eğitim yapılarının inşa edilmesi, kültürel mirasın korunması, doğal alanların korunması, moloz taşıma ve dökümü faaliyetlerinin izlenmesi gibi işlevler üstlenen sivil toplum kuruluşları ve yerel meslek odaları, son aşamada Antakya’nın deprem sonrası planlanması sürecine de izin verildiği ölçüde dahil oluyor. Bu açıdan özellikle Antakya’nın kültürel mirasına ilişkin ulusal ölçekte bir farkındalığın oluşması sürecinde önemli bir payı Antakya Kentsel Sit girişimi alırken; moloz taşıma ve dökümü süreçlerinin izlenmesi ve buna ilişkin farkındalık oluşması, Antakya’daki deprem sonrası eğitim faaliyetlerinin desteklenmesi, kentin deprem sonrası sorunlarına ilişkin projeler üretilmesi konularında öne çıkan sivil inisiyatifler; Kadim Antakya Dostları Platformu, Yeniden Antakya Platformu ve Hatay Ortak Meselemiz Konseyi olarak görünüyor. Bu platformların tamamı artık dernekleşme sürecini tamamlamış durumda. Hatay’daki faaliyetini uzun yıllardır sürdüren Hatay Akademik Meslek Odaları Koordinasyon Kurulu (HAMOK) ve TMMOB bileşenleri ise bu süreçte, depremden hemen sonra yerel halkın akut dönem ihtiyaçlarının karşılanmasıyla başlayan faaliyetini, kentte depremin yaralarının sarılması, yeni kent planının hazırlanması, kültürel mirasın korunması süreçleriyle devam ettiriyor. Süreç uzun ve zaman zaman umutsuz görünse de Antakya, bu zorlukların en yoğun olduğu yer ve zamanda, yeniden umudu doğuracak. Antakya’nın ve Antakyalıların iyileşmesi için en güzel yol, Antakya’nın yerel halkıyla beraber kendini onarması, bütünüyle iyileşmesi. Bu yolu alabilmek için yapılması gereken, yerelde oluşan farklı nitelik ve ölçekteki sivil toplum bileşenlerinin birbirine güven esasıyla bir araya gelmesi ve yerel halkın asgari müşterekte bütünsel hareket edebilen bir aktöre dönüşmesi. Bu süreçte, Antakya’nın ve Antakyalıların iyileşmesini merkezine yerleştirmeyen ve bu nedenle “pek iyi niyetli olmayan” eylemler süzülecek, bütün engellere rağmen “umudu korumaya dair” o biricik çaba filizlenecek ve Antakya’nın bugününde, mekânın ve zamanın en karanlık yerinde Antakya yine umudu doğuracak.

Eğer Antakya’nın depremden sonra iyileşmesi için bir şey yapmak isterseniz, öncelikle gidip onu görebilirsiniz; çünkü duyduğunuz, gördüğünüz gibi değil. Sonra, bu hayatta ne yapmayı biliyorsanız, neye imkânınız varsa, destek olabilecek kimi tanıyorsanız ve ne yapmak istiyorsanız; emin olun, orada hepsine ihtiyaç var. Umarım yolculuğumuzdan memnun kalmışsınızdır.

Tuğçe Tezer, Eylül 2023

Tuğçe Tezer

Tuğçe Tezer

MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nde öğretim üyesi olan Tuğçe Tezer, 2010 yılında YTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nde lisans, 2013 yılında YTÜ Kentsel Mekân Organizasyonu ve Tasarımı Programı’ndan yüksek lisans, 2019 yılında MSGSÜ Şehircilik Programı’ndan doktora derecesini aldı. Çalışmalarını şehir planlama, kent tarihi, tarihsel coğrafya, kentsel morfoloji ve Antakya üzerine sürdürmekte olan Tezer’in bu alanlarda yayınları bulunmaktadır. 2021 yılında SALT Araştırma Fonu ile desteklenen “Antakya Yürünebilir Kent Tarihi Rehberi”ni hazırlamıştır. 2022-2023 yılları arasında kentsel morfoloji üzerine doktora sonrası araştırmalarını TÜBİTAK Yurtdışı Doktora Sonrası Araştırma Bursu desteğiyle Antakya’nın 1910-1960 yılları arası dönemine odaklanarak Portekiz, Porto Üniversitesi’nde, FEUP CITTA’da tamamladıktan sonra, MSGSÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nde görevine devam eden Tezer, Şubat 2023’ten itibaren Antakya’nın depremler sonrası onarımı için çalışmaktadır.