Ayın Yorumu bölümünde Uğur Tanyeli, siyasette ve mimarlıkta demokrasi ve özgürlük kavramlarına “çoğulculuk” ve “kolektivite” odağından bakıyor.
1930’lardan 1950’lere kadar çok etkili olmuş önemli bir Amerikalı mimarlık düşünürünün, Lewis Mumford’un şöyle bir vecizesi var: Hiçbir toplum hak ettiğinden daha iyi bir yönetime ve mimarlığa kavuşamaz. Benim de katıldığım ve sık sık yinelediğim bir vecize bu. Gerçekten de siyasal çevre gibi fiziksel çevre de bir kaza gibi biçimlenmez. Yine çok sık yinelediğim gibi, her ikisi de toplumsallıktan başka bir şey değildir. Dolayısıyla, hepsini biz biçimlendiririz. Sözgelimi güncel bir örnek verilirse, deprem gerçeğini dikkate almayarak yapı tasarlayan, inşa eden, o yapıları satın alan, yasal izinleri veren, imar afları çıkaran bizlerin deprem yıkımıyla karşılaşmamız ne yazık ki olağandır. Depremde yıkılan yıkılmayan, estetik açıdan başarılı ya da başarısız mimarlıkları “biz” yaparız.
Kuşkusuz sorun o “biz”in ne olduğunda düğümlenir. Bir tane biz yok. Farklı bizlerden oluşan bir ortak paydada buluşulur; ülke çapında da kentsel ortam çapında da, kurumlar bazında da. Ama bunun için, örneğin, bir apartmanda oturup da “Bu yapı benim yaşam biçimime uymuyor” diye yakınanların önce oturdukları yapının bir kolektif konut olduğunu fark etmeleri gerekir. Tabii ki, uymuyordur, uyamaz da. Ama kolektivite tam da budur: Bireysel tercihler kolektivite içinde çok kısıtlı ölçüde dışavurulabilirler. İçimize sinmese de o kolektiviteye katlanırız. Türkiye’de genel eğilim katlanmamaktır. Kendi kolektif konut dairesi veya dükkanı içinde kolon kesip mekanı engelsiz kılmaya çalışmak, balkonunu odaya dönüştürmek, hatta mevcut çok katlı yapıya çıkma yapıp mekan büyütmek bu yüzden olağandır. Modern kolektivite gerçeğiyle sorunlu ilişkileri olan her yerde aynı davranış olağandır. Çin’de, Rusya’da, Arnavutluk’ta ve başka pek çok yerde yaygın biçimde görülür. Ancak, bunların hepsini yapanlar sonra dönüp kentimiz ne kadar disiplinsiz ve estetiksiz diye konuşurlar. Tıpkı fiyat artışlarından şikayet edip aynı ekonomik politikalara oy verebildikleri gibi.
İşin ilginç tarafı, kolektivite gerçeğini kabul edemeyip bireysel beklentilerinin tek parametre olmasını isteyenler, aynı zamanda da herkesin aynı fikirde olacağı, aynı tercihleri dile getireceği bir toplumsallık düşlerler. Aslında nefret ettiklerini aşkla talep ederler. Oysa modern toplumsallık o aşk-nefret denklemi unutularak kurulabilir. Ne var ki, bu unutuş bir otomatizmle gerçekleşmez. O nedenle daha 20. yüzyıl başlarında Simmel “Toplumsallığı uyum değil çatışmalar kurar” şeklinde bir saptama yapmıştı. Ancak Türkiye bu çok olağan çatışma gerçeğine ikna olmamak konusunda genel bir konsensus yaşar. Hatta hemen her konuda konsensuslar tesis etmekten kaçınır. O kadar ki, üzerinde çatışmasız uzlaşmaya varılan tek konsensus çatışmaların, benzemezliklerin sorun olduğudur. Normal durumun herkesin büyük oranda aynı ya da benzer fikir, inanç, yaşam biçimi ve estetik tercihlerinde buluşması olduğu sanılır; böyle olması beklenir; olmaması sinir bozar. Siyasette de, mimarlıkta da…
Burada siyaseti doğrudan hiç tartışmayacağım. Vurgulamak istediğim mesele bu aynı zeminde buluşmanın mimarlıkta asla mümkün olamayacağından ibaret. O çok sevilen, hatta özlenen, ama gerçekdışı toplumsal, mimari ve kentsel kimlik bütünlüğümüz bozuldu savının abesliğini kavramak dışında seçenek yok. Aksi hiçbir çağdaş toplumda mümkün olmayanın burada mümkün olmasını beklemektir bu. Türkiye’deki sorunlarsa hemen her ölçekte fikir bütünlüksüzlüğünün arıza olduğunu kabul ederek üretiliyor. Oysa aynı mimari “doğrular”da buluşulamaz, aynı metropoliten doğrularda da… Doğrular da kimlikler ve fikirler gibi çoğuldur sadece.
Meseleye mimarlıktan bakınca, bugünkü inşai çevre gerçeğine yaklaşımların bir çelişkiyle yaralı olduğu anlaşılıyor. Bununla mimari çevrenin çelişiklikle tanımlı olduğu anlatılmak istenmiyor. O çelişiklik burada aksi sürekli vurgulandığı gibi yalnızca olağan. Bu ülkede asıl çelişki, mimarlığın kentsel ve toplumsal kimliğin dışlaşma aracı olmasını istemekle zaten aksinin mümkün olamayışı gerçeğinin eşzamanlı oluşundan kaynaklanıyor. Zaten aksi düşünülemez olanın talep edilmesi paradoksu yaşanır Türkiye’de. Herkesin, mimarlığın tüm aktörlerinin, tasarımcının, müşterinin, yapımcı ve yatırımcının, yerel ve merkezi yönetimin kimliklerinin resmidir fiziksel çevrede görülenler. Türkiye’nin ve dünyanın her yerinin mimarlıkları tabii ki kimliklerin resimleridir. Spontane olarak çizilir, mimarlar eliyle değil. Bu cumhurbaşkanlığı sarayı için olduğu gibi orta sınıf apartmanlar, yoksul gecekondular, üniversite kampüsleri ve yapıları, endüstriyel tesisler, Gehry ya da Arolat’ın tasarımları vs. için de geçerli. Ne var ki, kimlikler çoğul olunca mimarlıklar, kimliğin mimari resimleri de çoğul olur. Burada da aksi zaten mümkün olamayanlar böyle vuku bulmaktadır. Aşırı genelleme yapılırsa, demokrasi ve özgürlük istemeyenler bunlara kavuşamaz; çünkü çoğullukla sorunu olanlar, çoğulculuk üretemezler. Önce istemek gerekir.
Demek ki ortamda onları tekilleştirme talebi olmasaydı, bir arızadan da söz edilemezdi. Ne yazık ki o talep var. Acıklı olan şu: O talep yaygın ölçüde gündemden düşene kadar Türkiye rahat ve huzur bulamayacaktır. Farklılıkları olağanlaştırmayanlar onları tasfiye etmeyi çok isteseler de başaramazlar; o zaten olanaksız. Başarabilecekleri tek şey diyalog imkanlarını ortadan kaldırmak olur. Farklı görüşler arasındaki çatışmaları olağan bir toplumsal gerçeklik olarak görmeyenler barışçı karşıtlaşmaları/karşılaşmaları imkansız kılarlar. Burada olup biten de bu.
Ancak siyasal ve mimari bağlamda farklılıklara hoşgörü göstermek gibi naif bir kavrayışla düşünerek bir değişim yapılamayacağını anlatmaya çalışıyorum. Farklılıkların olağanlaştırılması muktedirlerin ve siyasal ve epistemik iktidarların “astlarına” sunduğu bir lütuf değildir. Modern yaşam için olmazsa olmaz bir zorunluluktur; içselleştirilmelidir. Öyle ki, ülkeyi vareden her kişinin, kenti vareden her elemanın, mimari çevreyi vareden her yaklaşımın yanyana ve her anlamda çelişik olmasının kaçınılmaz olduğunu kavramak gerekir. Bu gerçeğin bilincine varmaksa zaman gerektirir. Hatta çileli bir uğraştır. Başaranlar, ABD’de korkunç eşitsizlikler ve iç savaş, Almanya’da din savaşları, Fransa’da devrimler, Avrupa genelinde cadı avları, engizisyon mahkemeleri vs. yaparak büyük bedeller ödediler. Mimarlık alanındaysa binlerce kitap yazıldı. En kolay orada farklılıkları olağanlaştırma bilinci üretildi. Sorun şu ki, mimarlıkta farklılıkları olağanlaştırmak ancak toplumsal farklılıkları olağanlaştırmak ve regüle etmek suretiyle mümkün.
Örneğin, Luddites gibi makine kırıcıları, Amishler ve Mormonlar gibi marjinal dinsel görüş sahiplerini, Chomsky gibi muhalif öğretim üyelerini, sokakları mekan tutan protestocuları, askerlik karşıtlarını, “riot”ları, eşcinselleri, sosyal medyada her kişi ve kuruma sövgüler yağdıranları, Bruce Goff gibi mimarları ve daha nicelerini olağan kabul etmek gerekir. Kısacası alışması zordur, ama barış da, toplumsal uyum da böyle kurulur. Dünyada bunları becerenler var. Acaba burada eski deyimle bir fasit dairenin içinde miyiz?
Uğur Tanyeli, Haziran 2023

Uğur Tanyeli
Uğur Tanyeli 1952’de Ankara’da doğdu. Mimarlık ve mimarlık tarihi öğrenimini bugünkü adıyla MSGSÜ Mimarlık Fakültesi’nde (1976) ve İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde (doktora: 1985) yaptı. 1992’de doçent, 1998’de profesör unvanına hak kazandı. 2011-2015 arasında Mardin Artuklu Üniversitesi Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi’nin kurucu dekanlığını, 2015-2018’de İstanbul Bilgi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi dekanlığını yaptı. 2018-2020’de İstanbul Şehir Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi dekanlığı görevinde bulundu. Çalışmaları, Türkiye modernliğinin Osmanlı 16. yüzyılından başlayan bir kapsamda fiziksel ve mekansal-toplumsal çevre bağlamında irdelenmesi üzerinde yoğunlaşır. Çok sayıdaki kitapları arasında “İstanbul 1900-2000: Konutu ve Modernleşmeyi Metropolden Okumak” (Akın Nalça, 2004), “Turgut Cansever: Düşünce Adamı ve Mimar” (A. Yücel ile birlikte, Osmanlı Bankası Arşiv Araştırma Merkezi ve GG, 2007), “Mimarlığın Aktörleri: Türkiye 1900-2000” (GG, 2007), “Rüya, İnşa, İtiraz: Mimari Eleştiri Metinleri” (Boyut, 2011), “Sınıraşımı Metinleri: Osmanlı Mekanının Peşinde”nin (Akın Nalça, 2015), “Yıkarak Yapmak” (Metis, 2017), “Mütereddit Modernler: Türkiye’de ve Dünyada Mimar İdeologlar” (Işık Üniversitesi Yay., 2018), “Mimar Sinan: Tarihsel ve Muhayyel” (Metis, 2019) ve “Korku Metropolü İstanbul: 18. Yüzyıldan Bugüne” (Metis, 2022) var.