[söyleşi]: “…yoksa toplum ilgilenmediği için mi mimarlar heyecanlarını yitiriyorlar?”

Doğan Tekeli, Neslihan İmamoğlu, Fotoğraf: Hüseyin Ketencioğlu

İstanbul Serbest Mimarlar Derneği’nin iki yılda bir verdiği İstanbulSMD Mimarlığa Katkı Ödülü, bu yıl dernek eski başkanlarından Doğan Tekeli’ye İstanbulSMD’nin mimarlar için düzenlediği yılbaşı gecesi etkinliğinde takdim edildi. Biz de bu etkinliğin ve ödülün ardından Doğan Tekeli ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

 

Neslihan İmamoğlu | Sizinle hem İSMD Mimarlığa Katkı Ödülü’nü almanız vesilesiyle hem de ofisi devretmenizin ardından geçen süreci görüşmek istedik. Öncelikle ödül için tebrik ediyoruz.

Doğan Tekeli | Biliyorsunuz tuhaf bir yönü vardı bu ödülün. Anket yapılmış; 30 kişi katılmış, zaten 60 üyemiz var; katılanların, 10 veya 15’inin oyuyla, ödül kararlaştırılmış. Yani mimarlık camiasında sadece 10-15 oyla mesleğe katkı ödülü almış oluyorum. Ama ödül ödüldür ve değerlidir.

O gün İSMD’nin konuşmasında da söyledim: Mimarlar Odası’nın Sinan Ödülü’nü 1984’te aldım, 33 yıl önce yetkin bir jüriyle verilen önemli bir ödüldü. 1. ödül Sedad Hakkı Bey’e, 2. ödül Turgut Cansever’e verilmişti. Sami jüriye çağırıldığı için 3. ödül Şevki Vanlı’ya verildi. Bir sonraki yıl, 4. ödül bize verildi. Gördüğünüz gibi sıra gözetilmiş oldu.

Tüm bu ödüllerle, yarışmalarla Tekeli-Sisa, Türkiye Mimarlığında önemli bir yere sahip. Şirketin tarihine gelecek olursak… Sami Sisa ile birlikte SİTE Mimarlık Kolektif Şirketi’ni 1953’te kurdunuz, ardından da 1954’te Tekeli-Sisa Mimarlık oldu. Bu ortaklığınız 2000 yılında Sami Bey’in vefatına kadar sürdü. Bir süre Metin Hepgüler de aranızdaydı. Bir süre Nedim Sisa. Şimdi ise Dilgün Saklar ve Emin Çakırkaya, ofisi devraldı. Kurumsallaşma hikâyenizi dinleyebilir miyiz?

Sami Bey’le beraber kurduk büroyu 1954’te. SİTE adı da oradan geliyordu: Sisa, Tekeli. Bir yandan mimarlık bürosu adına da benziyor “site” diye. Metin Hepgüler sonradan bize katılmak istedi ve şirket 2 yıl sonra SİTE Doğan Tekeli -Sami Sisa Mimarlık Kolektif Şirketi yerine “SİTE, Doğan Tekeli-Sami Sisa-Metin Hepgüler Mimarlık Kolektif Şirketi” oldu. 1965’e kadar sürdü bu, sonra biz Metin Hepgüler ile ayrıldık. Sonra, Sami Sisa ile beraber “Doğan Tekeli-Sami Sisa Mimarlık Limited Şirketi”ni kurduk ve 1990’lara kadar limited şirket olarak sürdü. Sonra düşündük ki; “yaşlarımız ilerledi, birimizin vefatı halinde limited şirketin tasfiyesi çok zor olacak, ailelerimize problem olur ve şirketi biz hayattayken tasfiye edelim dedik ve yine adi ortaklık olsun” diyerek, 90’dan sonra “Doğan Tekeli-Sami Sisa Mimarlık Ortaklığı” adı altında devam ettik. Sami Bey’in vefatından sonra da aynı isimle sürdü gitti.

Mimarlıkta kurumsallaşma ve ortaklık birbiriyle nasıl ilişkili?

Şöyle: Mesela şu anda ben ortak değilim. Sami Sisa ile ortak olduğumuz zaman da bir kurumlaşma halimiz vardı. Sami Sisa’nın vefatından sonra büro sadece benim yönetimimde, birkaç yıl devam ederek yine kurumsal niteliğini devam ettirdi. Ben genç arkadaşlarımı ortak olarak aldıktan sonra isim aynen devam etti ama bünye ve işleyiş de öyle. Ben ayrıldıktan sonra yeni ortaklar Mehmet ve Dilgün, Tekeli-Sisa Mimarlık Bürosu adı altında çalışıyorlar ve bir anlamda aynı sistemi devam ettiriyorlar.

Kurumsallık ortakların kişilikleriyle gayet tabii zamanla farklılaşabilir ama büronun kuruluşundaki ilkeler, çalışma yöntemleri, düşünceler, en azından devam ediyor. Arşiv tutmak, muhasebenin düzgün olması, işlerin izlenmesi, evrakların saklanması, tutulması, konulara cevap verilmesi gibi yerleşmiş bir kurumun yapacağı işler yapılmaya çalışılıyor.

Ortak isimleri değişse de ortaklık devam ediyor…

Skidmore, Owings& Merrill LLP (SOM) gibi… Hiçbiri yok ortada, bir zaman David Child oluyor bir zaman bilmem kim oluyor, kurumun yöneticisi. Yönetici değişebilir ama kurumun adı “Tekeli-Sisa Mimarlık Bürosu” olarak ve çalışma yöntemi neredeyse eskisi gibi devam ediyor.

“…dünyada bunun örnekleri var ve kurumlar, kurucuları olmadan da devam ediyorlar.”

Mimarlık ofislerinde ortaklık dinamikleri sürekli değişiyor ve ortaklıkta bu şekilde bir süreklilik sağlayan mimarlık ofisleri çok az. Size bir ortaklığı, kurumu başarılı bir şekilde devam ettirmeyi soralım…

Mesele orada işte… Ben Sami Bey’e, hep genç ortaklar almayı, ofisi onlara bırakmayı önerirdim. O ise; kendi açısından, belki de haklı olarak: “Mimarlık kişiseldir, kimse devam ettiremez. Devamı bizim gibi olmaz.” derdi. O da, haklıydı ama madem bir kurumlaşma iddiası var ve dünyada bunun örnekleri var ve kurumlar, kurucuları olmadan da devam ediyorlar; bir deneyelim bunu diye düşündüm. Mesela SOM veya Arup fevkalade yürüyor hatta bunlar kurucuları ayrıldıktan sonra daha da önemli hale geldiler. Fakat, Gropius’un “The Architects Collobrative”i yürümedi. Öyle de olur, böyle de olur; ama denemeye değer diye düşündüm.

“…modernist mimariyi, ilkeleri sabit kalmak üzere biçimsel yönden gölge ışık etkileri yönünden zenginleştirmeye çalıştık.”

Kurumsallığı ve ofisin devamlılığını sürdürmenin hukuki boyutları kadar tasarım anlayışı ve kullanılan araçlarda günceli yakalayabilmesi de önemli. Siz bunu uzun yıllardır, Türkiye’de proje üreterek başardığınızı gösterdiniz. Türkiye’de bu süreçte tasarım anlayışından, proje üretiminde ne gibi değişiklikler oldu, siz bu değişiklikleri ofis olarak nasıl karşıladınız, onlara nasıl uyum sağladınız?

Bizim kendi pratiğimiz içinde de tasarım anlayışımız değişmişti. Biz eğitimimizde Paul Bonatz, Emin Onat ekolünden geldik. Bonatz, “akademik klasik” denen bir üslup benimsemişti: “Klasik Alman Mimarlığı.” İstanbul’daki Radyoevi Binası bunun en iyi örneğidir. Bonatz’ın öğrencileri, öğrendikleri gibi bir proje yapmışlar ve kazanmışlar. Radyoevi, Bonatz üslubunun iyi bir örneği olarak inşa edilmiştir. Çanakkale Anıtı da Bonatz’ın üslubudur. Biz de öyle yetişmiştik; fakat bizim mezun olduğumuz 1952 yılından iki yıl önce yapılan Adliye Sarayı Yarışması’nda Emin Onat’la, Sedat Bey’in farklı bir anlayıştaki projesi birinci oldu. Modern anlayışın, bu projeyle ülkeye geldiği söylenir. O zamanlar jüride de olan, isimlerini hatırlamadığım bazı yabancı mimarların, bu yarışmada modern yaklaşımın ortaya çıkmasında etkili olduğu söylenir.

Askerliğimizi, Turgut Cansever ile beraber yapmıştık. Cansever, o zaman Paris’ten yeni dönmüştü. Bizden 5-6 yıl önce mezun olmuştu. Biz iki üç arkadaş, askerlik döneminde etrafında oturur, kendisini dinlerdik; modernist mimari, CIAM prensipleri vb. Turgut Bey’in, adeta müritleri olmuştuk o zaman. Biliyorsunuz, Turgut Bey’in, daima müritleri olmuştur. Biz, herhalde ilk müritleriydik. Sonradan Turgut Bey ile ilişkimiz; dostluk ve kavga dönemleri geçirerek sürdü gitti. Ama son yıllarda hatta vefatı sırasında artık iyi dosttuk.

Kısacası askerlik dönemimiz tamamlanıp, büroyu açtıktan sonra, yani 1954’te, artık modern mimariyi benimsemiştik.

Venturi ve düşünceleri ortaya çıktıktan sonra biz, modernist mimarinin etiğini, ilkelerini beğenmeyi sürdürüyorduk. O nedenle Venturi’nin post-modernini yadırgadık. Ama belki de modernist mimariyi, ilkeleri sabit kalmak üzere biçimsel yönden gölge ışık etkileri yönünden zenginleştirmeye çalıştık. Dolayısıyla 60 yıllık meslek hayatımızda, bu çizgi üstünde varyasyonlar olmuştur, diyebiliriz. Bugünkü arkadaşların tutumunu da böyle yorumlamak mümkündür. Tam olarak benim düşündüğüm gibi düşünmüyorlar ama ofiste zaman zaman bana danışıyorlar, o zaman görüyorum. Elbette, onların kendi yaklaşımları olacaktır. Ama hissediyorum ki, benimle çalıştıkları zaman edindikleri yaklaşımlar, bir ölçüde devam ediyor.

“Araçlardaki değişimin düşünceye hemen hemen hiç etkisi olmamıştır.”

Doğan Tekeli, Fotoğraf: Hüseyin Ketencioğlu

Peki, araçlardaki değişikler nasıl etkiledi?

Araçlardaki değişimin düşünceye hemen hemen hiç etkisi olmamıştır. En başta trilinle çizerdik, sonra grafosla çizer olduk, ardından rapidograf, ucu kalemli çizgi makinesi, püskürtmeli çizgi makinesi… Araç çiziyor, ama ne çizecek? Bunların hepsi insan tasavvurundan çıkıyor. Mesela Antalya Havalimanı projesinde 80 metre çapında, yarım daire blok vardır. O zaman bilgisayar, baskı makinası vb. yoktu. Büyük tahta cetveller sabitlenip, masada çizilirdi. Öyle çizildi o proje de. O tür çizimin, pratik bir tarafı da vardı: Pafta masanın üzerinde dururdu ve biz, her dakika görürdük paftayı. Bir yanlış varsa, hemen üzerinde değiştirirdik. Şimdi ise; izleyebilmek için her aşamada çıktı almak zorunda kalıyoruz. Makinenin bir kolaylığı var elbette; hata olursa, yeniden basılıyor, kâğıt da yıpranmamış oluyor. Eskiden kâğıt delininceye kadar pafta jiletle kazınırdı.

Doğrusu, fiziki olarak çizenlerin işini kolaylaştırmakla beraber masrafı ve zamanı bir miktar arttırıyor çağdaş teknoloji sanıyorum!

Bilgisayara ilk geçtiğimiz zamanlarda, Ağa Khan Mimarlık Ödül jürisinde tanıdığım Eisenman’la, İstanbul’da bir vesileyle buluşmuştum; bilgisayardan memnun olup olmadığını sordum; “Ben kâğıdı önümde görmek isterim,” dedi, “…eskiden görürdüm! Şimdi ise; makineden, kısmen görebiliyorum ve günde on defa çıktı istiyorum, öyle izleyebiliyorum.”

Mimarlık ortamında proje tasarımı ve üretimi, 60 yıl içinde değişti. Bu değişimde önemli bir faktör de işveren elbette. Mimarın işveren ile ilişkisinde neler değişti?

Çok sayıda iş yaptığımız, aktif olduğumuz yıllarda işveren devlet ya da kamuydu. Bütün kamu yapıları yarışmayla yapılıyordu. Özel sektörde zaten sermaye de kısıtlıydı. Onun için büyük yapıları kamu yapıyordu. Özellikle de Bayındırlık Bakanlığı. Yarışma açılıyor yarışmada kazanana iş veriliyordu. Belli bir düzen içinde yapılıyordu, devlet bu düzeni değiştirdikten sonra yavaş yavaş yarışma külfetli gelmeye başladı, zaman sarf ettirici olduğu düşünülmeye başlandı. Kamu hemen netice almak istiyordu artık, yarışmayla jüriyle uğraşmak istemiyordu. Belki de kazanan, tanımadığı biri olacaktı. Kamu kestirmeye saptı; “ben istediğime yaptırırım,” dedi. O sırada da küresel sermaye etkisiyle de özel sektör özellikle uluslararası şirketler, kamu işvereninin yerine geçti. Dolayısıyla özel sektörün belirli bir iş yaptırma düzeni yoktu ve mimarlarımız da bu ortama mukavemet edecek güçte değildi. İş yapmaları, hayatlarını kazanmaları gerekiyordu ve özel sektörün şartlarını kabul etmek zorunda kalıyorlardı. Bu şartlar giderek mimarların aleyhine gelişti. Mesela üç günde bir avan proje istiyor işveren; “yap bir şey, beğenirsem sana yaptırayım,” diyor ve mimarlarımız, bunu kabul ediyorlar. Ne yapsınlar… Bunu yaptıkça giderek daha geriye gidiyor o 3 gün. Sembolik olarak söylüyorum; mesela 2 güne iniyor. Eskiden 5-10 kuruş verirken, şimdi onu da vermiyor; “sen yap,” diyor, “beğenirsem…” Dolayısıyla iş yaptırma düzeni ve rekabet olabildiğince acımasız hale geldi. Buna ilaveten hizmetlerin serbest dolaşımı, ortak pazara girişimiz dolayısıyla büyük yabancı proje şirketleri, Türkiye’de iş yapar hale geldi.

1980’e kadar Türk mimarları, kendi pazarlarını koruyorlardı. Kanunlar da yabancıların Türkiye’de iş yapmasına izin vermiyordu ve işin nasıl yapıldığı, kamu tarafından denetlenebiliyordu. Mesela Belediyeler, Mimarlar Odası belgesi arıyordu; şimdi bunlar azaldı, bu usuller gevşedi. Dışarıdan gelen birisi, burada büro kurabiliyor. Çalıştırdıkları yerli elemanların imzalarıyla burada iş yapabiliyorlar. Bu alanda da rekabet, çok acımasız hale geldi. Ayrıca bizim toplumuzun yabancı hayranı olması da, bunda rol oynadı. Diyelim; ticari bir yapı pazarlanacak, arkasında yabancı bir mimarın imzasının bulunması, işverene de alıcıya da cazip görünüyor. Şu anda serbest mimarlık ofislerinin durumunun 80’lere göre daha güç olduğunu sanıyorum.

“Çok iddialı bir havaalanı yapıyoruz ama mimarı kim belli değil!”

3. Havaalanı Projesi’nde adınızı duyduk… Bize bu süreçten bahseder misiniz?

Burada mesele şuydu: 3. Havaalanında bulunmamız etik olarak sorgulanır hale geldi. Ödül almış, ismi duyulmuş bir büro ya da şahıs, toplumun karşı çıkmış olduğu bir yapıda görev alır mı, diye sorgulandı. Hatta Oda’dan arkadaşlar arayıp; “siz var mısınız orada?” diye sorguladılar.

Oradaki müteahhit temsilcisi işveren ile Sabiha Gökçen’de birlikte çalışmıştık. Yarışmayı kazandığımız için o iş, zorunlu olarak bize verilmişti. Ama bizim orada çalışmamız, yapıyı kolaylaştırmamız, onların hızlarına ayak uydurarak, bizim isteklerimiz ve onların talepleri arasında dengeyi sağlamamızdan çok memnundular; “bu işte siz de bulunun,” diye ısrar ettiler. Ancak o sırada benim zaten büroda bir sorumluluğum yoktu. Arkadaşlar, o aşamada, o yöneticiyle birlikte bir sözleşme yapmadan, birtakım çalışmalara katıldılar. Sonra çalıştıkları yönetici işten ayrıldı. Yeni bir yönetici geldi ve bizim arkadaşlar, bir daha aranıp, sorulmadılar. Hikâye budur.

Burada Türk mimarlığı için de Türkiye için de çok üzücü bir durum söz konusu. Çok iddialı bir havaalanı yapıyoruz ama mimarı kim belli değil! Birtakım isimler var bir yere kadar yapmışlar, bir binayı biri diğerini başkası, bir tasarım bütünlüğü yok. Uluslararası çapta iddiası olan bir mimarı yok havaalanının ortada. Hâlbuki bu kadar büyük bir yatırımla yapılan bir havaalanı var. (Yer seçimi, orman, şehrin kuzeyi, bağlantılar, trafik, bu kadar büyük bir yatırıma lüzum var mıydı vb. bir tarafa bırakalım) Bunların hepsi tartışılabilir konular ama bunlar aşılıp da bu iş yapılıyorsa; yani diyelim ki büyük bir günah işleniyorsa bari o doğru dürüst olsun. O da olmadı! Simgesel bir niteliği yok dünya mimarlığında yeri olacak “Türk mimarları yeni bir şey yaptılar” denilecek bir şey yok ortada.

Büyüklük iddiası var…

Mesela Migros’un depoları var göz alabildiğine büyüyor…

Türkiye’de mimarın adı çok geçmiyor. Hatta çoğu zaman “Mimarın adı yok” Bu durumu neye bağlıyorsunuz?

İnternette zaman zaman yazıyorum. Mesela stat yapıldı; “dünyanın en güzel stadı,” denildi. Uzun zaman kimin yaptığı bilinmiyordu. İşverenin ağzından, mimarın adına dair bir şey çıkmadı. Basında yer almadı. Belki açıldıktan sonra o da mimarı Bünyamin Derman’ın gayretiyle, sadece ilgilenen mimarlar arasında duyuldu. Kamuoyu zaten hiç ilgilenmiyordu. Oysa bizim Manifaturacılar Çarşısı açıldığı zaman bile Hürriyet tam sayfa bir yayın yapmıştı: “Şöyle bir bina yapıldı, İstanbul’un en büyük çarşısı açıldı,” diyerek, resimlerle… O ilgi yok şimdi.

Toplumdaki bütün değer hükümleri değişiyor. O kadar çok değişiklik var ki, hangisini söyleyeyim. Mesela eskiden bir üniversite hocasının, toplumda büyük bir prestiji vardı; Sıdık Sami Onar, Ekrem Şerif, Mazhar Osman gibi bilim insanlarının yanlarına gitmekten çekinilirdi. Bugün üniversitede hoca maaşı az; ciddi geliri yok, on binden fazla da profesör var. Bir kıymeti yok artık; bu toplumda, bilim insanı olmanın.

“Marifet iltifata tabiidir” sözü doğrudur. Toplum ilgilenmedikçe, ürün vermek için bir motivasyon oluşmuyor. Değer hükümleri değişiyor. Mesela; şu telkin ediliyor: “Mimarlığın, özel bir önemi yoktur. Herhangi bir meslektir. Ticaridir. Fabrikasyon bir üretimdir, şudur budur… Emin Onat’ın, Bonatz’ın bize öğrettiği gibi, öyle yarı kutsal bir meslek değildir.” E böyle olunca, mimarlığa bir teşvik, bir yüreklendiricilik kalmıyor; ama dünyada böyle mi! Bir Tange çıktığı zaman Japonya’da kral gibiydi; kraliyet ödülleri madalyaları vb. Gropius, Wright, Le Corbusier vb. bunlar müthiş adamlardı. Gehry’nin Zaha’nın saygınlığı dünyaya yayıldı. Bizde böyle şeyler yok.

Acaba mimarlarımız; yeteneksiz, yaratıcılıktan mahrum oldukları için mi mimarlık itibar görmüyor, yoksa toplum ilgilenmediği için mi mimarlar heyecanlarını yitiriyorlar?

Uğur Tanyeli yazıyordu geçenlerde; “19. yüzyıl Almanya’sında o kadar az mimar vardı ki” diyor, “bugün hala sanat tarihçileri, o mimarları sayabilir.” Şimdi bizim 40 bin mimarımız var herkes bir ucundan bir şey yapıyor, hangisini sayacaksınız. Böyle bir değişimin içindeyiz…

Tekeli Sisa denildiği zaman, bir yarışma projeleri geliyor akla; bir de bazı yapı tipolojileri. İlk sorum, yarışmalar ile ilgili. İlk zamanlarda daha çok yarışmayla iş aldınız ve başlangıçtan itibaren yarışma projelerine önem veren bir ofis oldunuz. Kısa bir zamanda çok fazla proje yarışması kazandınız. Yarışma projeleri geçen süreçte nasıl bir değişim gösterdi?

Mesela Cumhurbaşkanlığı Sarayı büyüklüğünde bir yapı yapıldığı zaman bunun yarışmasız yapılması, Cumhuriyet tarihinde rastlanan bir şey değil. Büyük Millet Meclisi, Anıtkabir, İstanbul Adliye Sarayı, İstanbul Belediye Binası, Antalya Havalimanı, Yeni Delhi’deki Türkiye Büyükelçiliği (yarışma ile yapılan ilk büyükelçilik binasıdır), birçok bakanlık, bankalar… Bunların hepsi yarışma ile yapıldı ve yarışmaların gerek jürileri gerek katılanları için eğitici bir niteliği vardı. Yarışma için çizerken öğrenirdik zaten. Mesela Antalya Havalimanı yarışması…

Daha evvel bir havalimanı yapmamıştık, çok da karışık bir şey diye biliyoruz. Davetli bir yarışmaydı ve bizi daha önceki işlerimize bakarak davet ettiler. Bütün literatürü çalıştık ve Antalya için özgün denilebilecek bir çözüm ortaya koyduk. Aynı kattan girilip çıkılan, viyadüksüz buna mukabil simetrik, ilginç ve son derece ekonomik. Bu yapıyı yapmakla, havaalanı konusunda deneyim kazandık; “havalimanı yapımcısı” olduk. Sabiha Gökçen Havalimanı Yarışmasını kazandık, Sonra Priştina Havaalanı’nı yaptık, ardından Aşkabat Havaalanı’nın uygulama projelerini yaptık.

Havaalanlarının yanı sıra bir dönem daha çok fabrika yapıları yaptınız, o zaman da fabrika mimarı olarak anıldınız.

1963’te, otomotiv üreticisi Chrysler, Türkiye’de bir kamyon fabrikası yaptıracaktı. İstanbul’da bir araştırma yapmışlar ve sekiz mimarlık bürosu tespit etmişler. Elemelerden sonra bu sekiz bürodan, geriye ikisi kaldı; biri Kadri Eroğan’ın bürosu, biri de bizimki. Sanıyorum o zaman, büronun düzenine, yaptıklarına bakarak işi bize verdiler. Çalışanlarımız, sekreterimiz ile ortam bir mimarlık bürosuna benziyordu. Chrysler’ı yaptıktan sonra Türkiye’ye gelen her yabancı yatırımcı, bizi aradı. Alman İlaç Fabrikası, Lassa Lastik Fabrikası, Oyak-Renault Otomobil Fabrikası gibi birçok sanayi yapısı yaptık. 15 sene boyunca ister istemez, sanayi yapısıyla anıldık. Ondan sonra da kurumsal yapılar, bankalar, eğitim yapıları vb.

“Sanayi yapıları yaptığımız zaman, toplu konut yapısı yapma fırsatımız olmadığına üzülürdük.”

Doğan Tekeli, Fotoğraf: Hüseyin Ketencioğlu

Yani bu alanlarda uzmanlaşmayı siz özellikle talep etmediniz, size gelen işler şekillendirdi. Mimari üretim pratiğinde bir alanda uzmanlaşmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sanayi yapılarında da, havaalanlarında da uzman gibi olmamız tesadüfen oldu, bu tipolojiler üzerinde kendi seçimimizle çalışmadık. Sanayi yapıları yaptığımız zaman, toplu konut yapısı yapma fırsatımız olmadığına üzülürdük. Çünkü her sanayi yapımızda bir öncekine göre strüktürde, teknolojide bir ilerleme kaydediyorduk. Sanayi yapısının daha hızlı yapılması, daha ekonomik ve aynı zamanda da mimari bir ürün olması yönünde adım adım ilerliyorduk daima. Biz hep buna kafa yoruyorduk, zamanımızı buna sarf ediyorduk ama Türkiye’nin asıl ihtiyacı konuttu, o konuda çalışıp ortaya bir şeyler koyabilme imkânımız olsun isterdik ama uzun yıllar boyunca bu imkânı bulamadık.

Doğan Tekeli, Fotoğraf: Hüseyin Ketencioğlu

54-74 adlı kitabınızda, tüm bu sanayi yapılarınız da yer alıyor. Uğur Tanyeli, “Tekeli-Sisa’nın kurumsallaşması belki de ilk çıkardıkları kitapla başlar” diyor…

Olabilir ama, o kitabın yayımlanmasının, farklı bir nedeni var. Şimdi de; “Mimarlık: Zor Sanat” kitabından sonra, ikinci bir kitap yazıyorum. Orada daha çok özel hayatımı anlattım, lsparta’da doğduğum evi, ilkokul, ortaokul hayatımı yazıyorum, sıkıcı olmayacağını ümit ediyorum. Yazarken de görüyorum ki, birçok şeyi planlı programlı yapmamışım. Doktor olacağım, pilot olacağım, vb. gibi bir hayalim olmamıştı. İleriyi düşünmeden sadece o gün için başarılı olmayı hedefliyordum. Mimarlıkta da motivasyonum başarılı olmaktı.

1970’li yıllarda, Ankara’da bir mimarlık sergisi açıldı. Bu sergiyi, iki mimarlık tarihçimiz Abdullah Kuran ile Doğan Kuban gezmişler ve radyoda, bir konuşma yapmışlardı. O konuşmada; “Türkiye’de Mimarlık Sıfır’dır” gibi hükümler veriliyordu. Bizim şehircilik asistanımız, Mimarlar Odası’nın da ilk başkanı Gündüz Özdeş, İlk dönemin sonunda Mimarlar Odası başkanlığından ayrılırken; “Bizi eleştirenler ‘sıfırdılar’, diyor, biz iki sene, hiç mi bir şey yapmadık, herhalde sıfırın üstüne bir şey yapmışızdır…” demişti. Çünkü sıfır, mutlak bir değersizliktir. Bu düşünceyle, biz de sıfırın üstünde belki bir şey yapmışızdır. O yıla kadar yaptıklarımızı gösteren bir kitap hazırlayalım, dedik.

Türkiye’ye yurt dışından mimar monografileri gelmeye başlamıştı. Onlara bakarak, arkadaşlarımızdan yardım alarak iki üç senede yaptık. Sevgili Önder Küçükerman, bize kitabın grafiğini yaptı. O zaman sayfala kalıplarını biz çizdik. Küçükerman’ın, tarif ettiği sayfa büyüklüğüne göre, sütunları da içeren kopyalar ürettik. Önder de bu sayfaların, mizanpajını yaptı. Konulacak fotoğrafları, tek tek eliyle çizerek sayfalara yerleştirdi. İngilizce tercümesini, Engin Yenal ile yaptık. Bir yandan da; “bunu kim okur?” diyorduk. Ama okundu. Mesleki konuşmalar için örneğin; Kayseri’ye, Konya’ya gittiğim zamanlar, bu kitabı getiren arkadaşlar oldu. Sayfaları, bakılmaktan, okunmaktan eskimişti: “Hocam, biz bu kitapla büyüdük, imzalar mısınız?” dediler.

“Mimarlık tarihçileri hep yapının ifadesine bakar, plan kurgusuna bakan çok azdır.”

Mimarın adının hep göz ardı edildiği bir ortamda kendi imkânlarınız dâhilindeki bu çalışmalar PR olarak da görülebilir mi?

Daha evvel Arkitekt’te de projelerimiz yayınlanıyordu. Rahmetli Zeki Sayar, beni yanına çağırırdı; mizanpajı beraber yapalım, diye. Biz projeyi gönderirdik o klişeleri çıkartır, o keserdi, onları sayfaya yapıştırırdı ben de yanında otururdum. Arkitekt’lerde çok sayıda yayınımız var, tabii ki bir dereceye kadar; bugünün anlamında “PR” o, ama biz onu PR diye yapmadık, iş alalım diye de yapmadık. Biz de mimarlıkta bir şeyler yapıyoruz “sıfır” değiliz iddiamızı ortaya koyalım istedik. Mimarlık tarihçileri hep yapının ifadesine bakar, plan kurgusuna bakan çok azdır. Şöyle giriliyor, şurada şu var, böyle bir sürpriz var gibi plana bakanı, çok az gördüm. Ama sanıyorum bizim becerimiz, asıl güzel bir planlamada. Hem kullanışlı, hem kavranabilir, hem mimari etkisi düşünülmüş binalar yapmakta… İyi niyetle yapıyoruz, kopya çekmemeye çalışıyoruz, onun için de her yapımızda temel yaklaşım aynı olmakla birlikte; dilinde, detayında farklılıklar vardır.

Doğan Tekeli, Fotoğraf: Hüseyin Ketencioğlu

Son olarak, eklemek istedikleriniz…

Ben çok konuşur oldum, son zamanlarda. Neredeyse bilinmeyen bir şey kalmadı. Size söylediklerimde de yeni bir şey olmadığını düşünüyorum. Daha önce “Serbest Mimar” dergisinde, uzun bir mülakat yayımlanmıştı. Şimdi, “XXI” dergisinde, Aydan Volkan’ın yaptığı bir mülakat var, tefrika halinde çıkıyor. Meslek anılarımı topladığım bir kitabım var. Şimdi de ikinci bir kitap yazıyorum. Onun için bir şey eklemek istemiyorum. Teşekkür ediyorum.