[Söyleşi]: “Biz yapmadık mı, bir daha yaparız.”

Neslihan Şık, Ufuk Demirgüç, Sevinç Hadi ve Neslihan İmamoğlu. Fotoğraf: Sahir Uğur Eren.

Liszt Enstitüsü – İstanbul Macar Kültür Merkezi’nde 27 Mayıs’a kadar gösterimde kalacak olan “Çok Yönlü Bir Mimar: Şandor Hadi, Türkiye’de İkinci Nesil Bir Macar” adlı sergi vesilesiyle Binat Mimarlık Medya Grubu’ndan Neslihan Şık ve Neslihan İmamoğlu; serginin küratörü Ufuk Demirgüç ve serginin danışmanı Sevinç Hadi ile Macar Kültür Merkezi’nde bir söyleşi gerçekleştirdi.

Bu mimariyi üreten kişi nasıl bir insan? Bu projeler nasıl bir zihinle üretiliyor, nasıl bir geçmişi var?

Neslihan İmamoğlu: Bugün burada sizlerle sergi hazırlık sürecinin yanı sıra bu sergi vesilesiyle yakından tanıma fırsatı bulduğumuz Şandor Hadi’nin hayatını ve de Hadi çiftinin mimarlık pratiğini konuşmak istiyoruz. Sergi ile başlayalım dilerseniz; sergi yapma fikri ne zaman ortaya çıktı, nasıl bir yol izleyerek bizlere ulaştı?

Ufuk Demirgüç: Başlangıcı 2015’e gidiyor. Sevinç Hadi, “Beraber bir Şandor Hadi sergisi yapsak ne düşünürsün?” diyerek beni sürece dâhil etti. Fakat uygun bir yer bulunması ve projenin hayata geçirilebileceği ortamın hazırlanması ancak bu zamanı buldu. Sevinç Hanım, Macar Kültür Merkezi’nin Yöneticisi Gábor Fodor ile görüşmüştü. Onlar da heveslendiler ve böylece Macar Kültür Merkezi’nin ve sponsorların desteğiyle başladı proje.

Bizim Sevinç Hadi ile tanışıklığımız ise uzun yıllara dayanıyor, kızı Tülin Hadi arkadaşım. Bu sergi Hadi Ailesi tarafından, Sevinç Hanım tarafından hazırlanmış bir sergi, benim ise aracı olarak çok iyi tanımam ve anlamam gerekiyordu Şandor Bey’i. Bu, sergiye başlarken ilk adımımdı. Mimar olarak projelerini bilmek ayrı bir konu ama bu mimariyi üreten kişi nasıl bir insan? Bu projeler nasıl bir zihinle üretiliyor, nasıl bir geçmişi var, neyi nereden nasıl öğrenebilirim? Kafamda bir imaj oluşması gerekiyordu. Yani projelerini sergileyip bırakmak istemiyordum. Bu yüzden tüm aile ile konuştum; kızları Tülin ve İmre ile, Sevinç Hanım’ın kardeşi Özcan Hanım ve ailesiyle, Laszlo Bey’in kızı İdil ile… Sevinç Hanım ile uzun uzun sohbetler ettik, fotoğrafları arşivden çıkarıp detaylı detaylı anlatıyordu, düzenli bir arşiv de yoktu aslında. Yıllardır bırakıldıkları yerde duran bazı fotoğraflar, nesneler buruş buruş olmuş, bozulmuş, kırışmış. Onlar restore edildiler. Bütün bu araştırma sürecinin içine girince yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı Şandor Hadi’yi nasıl anlatacağımız. Böylece serginin bölümleri oluşmaya başladı. Babasının Türkiye’ye gelişinden başlayıp aile hayatına bakmak istedim.

Şandor Hadi müthiş yetenekli biri; gündelik akıyor ondaki yetenek, üretim. Mesela şu at arabası beni çok etkiledi. Gazetede bir kupürde görüyor ve bunu çiziyor, sonra Sevinç Hanım, biraz renklendir, diyor. Evin içinde sürekli bir üretim var. Yakın çevresi de entelektüel bir gruptan oluşuyor; sürekli üretilen,  sanat ve tasarım üzerine konuşulan bir ortam.

Serginin bu kısmına girdiğinizde karşınıza ilk Şandor Hadi’nin tabloları, heykelleri çıkıyor. “Eller” içinse özel bir yer olmalıydı çünkü ellerle ilgili söylediği sözler, eskizler, fotoğraflar var.

Şahsın kendisini, dünyaya bakışını, hayat felsefesini anladığımız zaman projelere başka bakıyoruz.

Sevinç Hadi: “Allah’ın yarattığı en güzel şey insan elidir” diyor. Herhalde kendi eline bakarak karar veriyor. Hatta “İnsanın Elini Fark Etmesi”[1] başlıklı bir tablosu da var.

U.D.:  Son haftalarda Sevinç Hanım dedi ki “Bir de el heykeli var Şandor’un”. Elin tüm parmakları kırılmıştı. Restorasyona götürdüm hemen, parmaklar yerine yerleştirildi, boyası, patinası düzeltildi.

Şahsın kendisini, dünyaya bakışını, hayat felsefesini anladığımız zaman projelere başka bakıyoruz; sergide bunu başarabilmeyi hayal ediyordum. Ele değer veren, zihnin ele akışını düşünen insan kendini o anda o işe veriyor demek ki. Bütün projelerinde bunu görebiliyoruz… Artık projelere her zaman baktığımız gibi bakamıyoruz; mimarın dünyasını tanıdıktan sonra farklı bir şekilde bakıyoruz. Projelere bu iki bakış arasında fark olmasını istiyordum, yapabildim mi bilmiyorum.

Bu projede çalışırken bir mimarın arşiv oluşturma sorumluluğuna sahip olması gerektiğini düşündüm, hele de böyle önemli binalar yaptıysa.

Neslihan Şık: Dediğin gibi oldu, o bölümü gördükten sonra bütünlendi her şey. Sergide tadı damakta kalan yerler var, keşke burasını biraz daha öğrensek diye merak ettiğimiz. Sen ne dersin, eksik kalan ne var sence?

U.D.: Eksik kalan bir şey olduğunu düşünmüyorum ama kaybolan bir şeyler var. Örneğin bazı projelerin neden yalnızca eskizlerinin olduğunu, çizimlerinin olmadığını sordum Sevinç Hanım’a. Şandor Bey şöyle diyormuş: “Biz yapmadık mı, bir daha yaparız.”

S.H.: Ben çiziyorum, Şandor alıyor elimden götürüyor marangoza. Şunun bir kopyasını yaptırsa dediğimde “Canım yapan biz değil miyiz, bir daha yaparız” diyor.

U.D.: Bu projede çalışırken bir mimarın arşiv oluşturma sorumluluğuna sahip olması gerektiğini düşündüm, hele de böyle önemli binalar yaptıysa.

Zaten Türkiye’de hep mimari üzerine yapılıyor sergiler, kişisel davranışlar pek görülmüyor.

N.Ş.: Ama o dönem genelde mimarlar arasında böyle bir eğilim vardı değil mi?

S.H.: Aslında Türk milletinde yok. Ablamı Amerika’dan bir arkadaşı ziyarete geldi, evinde kaldılar, beraber gezdiler. Dönüşte birlikte nasıl vakit geçirdiklerine dair birtakım fotoğraflar hazırlamışlar. Şandor’un vefatından önce kıştan karar vermiştik Tülin’i de İmre’yi de Avrupa’ya yollayacaktık, kimlerin yanına gidecekleri belliydi. Şandor’un vefatından sonra program aksamayacak, gideceksiniz dedim. Oradan ayrılırken Almanya’da kaldığı evdeki arkadaşları föyler hazırlamış hatıralarıyla. Bizim memleketimizde böyle bir adet yok.

Bir tek İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nin bütün dosyaları zımbalı, üst üste duruyor. Oysa ben, Şandor’a ait en ufak bir kırıntı dahi bile olsa saklıyorum. Büromuz vardı, sonra ben tek başına kullanmaya devam ettim ve bir gün geldi büroyu kapattım. O zaman büro malzemelerini eve taşıdım. Ev ve büro üst üste girdi, karıştı. Yani böyle bir karışıklık içinde bu sergi nasıl çıktı ortaya, ben de bilmiyorum.

Daha önce de sergiler yaptım ama sadece mimari üzerineydi; sadece mimari projeler aktarıldı. Zaten Türkiye’de hep böyle yapılıyor sergiler, kişisel davranışlar pek görülmüyor. Tabii her mimar da resim yapmıyor, heykel yapmıyor; böyle keyfi birtakım şeylerle uğraşmıyor. Oyuncakla oynar gibiydi Şandor adeta.

Büyürken nasıl bir yaşamınız olur, her mutfağa girdiğinizde üzerinde ‘Sevgi ve düzen’ yazan bir şey görseniz?

N.Ş.:  Bu sergi de Şandor Hadi sergisi tabii ki ama biz burada parça parça Sevinç Hoca’yı görüyoruz, Tülin’i, İmre’yi görüyoruz… Dolayısıyla, onlara karşı da bir merak uyandırıyor bu sergi aslında. Aileye karşı, oradaki dinamiğe karşı bir merak uyanıyor, daha fazlasını merak ettiriyor…

U.D.: Her bir eserin, fotoğrafın bir hikâyesi var. Mesela bir kumaş var, üzerinde Macarca “Sevgi ve Düzen” yazıyor. Hikâyesinin ötesinde, benim onu oraya koymak istememin de bir sebebi var. Ama bunu uzun uzun yazmaya gerek var mı diye de düşündüm açıkçası. Alt yazısı olsaydı, şöyle yazabilirdim: “Bu kumaş Şandor Hadi’nin annesinin mutfağında duruyormuş”. Macaristan’da yaygın bir adetmiş raflara üzerinde yazı olan bu tip işlenmiş kumaşlar koymak. Başka örneklerini de gördüm. Büyürken nasıl bir yaşamınız olur, her mutfağa girdiğinizde üzerinde “Sevgi ve düzen” yazan bir şey görseniz?

Uzaktan bakmak imgeyi, imajı edinmek, yaklaşmak ve hayale dalmak…

N.İ.: Merak duygusunu, o tadı damağında kalma hâlini çok değerli buluyorum. “Sergiye geldik, bilgileri aldık, her şeyi öğrendik ve bitti” kurgusu işlemiyor burada. Siz sanki sergi için çalışmaya başlarken yaptığınız gibi ziyaretçilerin de Şandor Hadi’nin nasıl biri olduğuna dair ipuçlarını takip etmesini amaçlamışsınız.

U.D.:  Sevinç Hanım’ın anlattıkları sayesinde hepsinin hikâyesini biliyordum artık ve bunları düzenlerken de dozu ne olacak diye düşünüyordum.

Kamp hayatında bir yoğunluk olmalıydı mesela; orada nasıl büyük bir yaşanmışlık olduğunu kocaman fotoğraflar panosu gösteriyor. 3 kardeş 8 sene üst üste, 2 ay boyunca kampa gidiyorlar ve doğanın içinde yaşamayı öğreniyorlar. Sergide bunu uzun uzun anlatmaya gerek yok. Yığınla fotoğraf o imajı veriyor bize. Benim sergide sevdiğim şey, önce uzaktan bakıp sonra yaklaşıp içine girmektir. “A bir çocuk elinde tavuk tutuyor, saçı kesiliyor.” Uzaktan bakarak imgeyi, imajı edinmek, yaklaşarak hayale dalmak… Bir fotoğrafa bakıyorsun, iki çocuk bahçede oynuyor ve sonra o hayalin içine giriyorsun.

Sevinç Hadi, Neslihan Şık ve Neslihan İmamoğlu. Fotoğraf: Sahir Uğur Eren.

Şandor o okulun mezunuydu fakat orada hoca değildi. Çok iyi tanınan ve sevilen bir kişiydi.

N.İ.: Sürecin 2015’te Sevinç Hanım’ın davetiyle başladığını söylediniz. Sevinç Hoca’ya neden 2015 ve neden Ufuk Hanım diye sormak istiyorum?

S.H.: Şandor Hadi’nin vefatının 30. yılında yapmak istiyorduk, 2015 o yüzdendi. Macar Konsolosluğu’na hiç yakınlığım yoktu ama Macar Kültür Merkezi’nde sergilemek geçiyordu aklımdan. Aslında biz Şandor Hadi hayattayken sergiye başladık. Ben Mimar Sinan Üniversitesi’nde çalışıyordum. Dediler ki “Öğretim üyeleri bir sergi yapacak, herkes istediği eserini sergilesin.” Hatta şöyle bir şart koştular: 1×1 metrelik alüminyum levha üzerinde 3 pano. Ben de çok ciddiye aldım o sergiyi; o zaman Valerie Szasy Evi’ni yapmıştık. Öner Hortaçsu Evi, galiba bir de Boğaziçi Üniversitesi projesini birlikte götürdüm istedikleri tarihte. Bir tek ben iştirak etmişim, bir de Sedad Hakkı. Koymadılar sergiye, peki dedik. Daha sonra Mimarlar Odası’ndan Mete Göktuğ, “Biz bu paftaları Mimarlar Odası’nda sergileyelim” dedi. 3 panoyla olmaz diyerek Şandor’la üstüne ekledik ve sergi Mimarlar Odası’nda açıldı. Teknik Üniversite’nin hocaları geldi, Mesut Evren, Nezih Eldem, Kemali Söylemezoğlu… Turgut Cansever de uçaktaymış Ankara’dan geliyormuş, Cumhuriyet gazetesini okurken serginin ilanını görmüş; toplantı bitmek üzereydi ki Turgut Bey geldi.

O gün sergi çıkışı, Sheraton’ın yan tarafından Atatürk Kütüphanesi’nin oradan geçiyoruz, çukur bir yer. Turgut Cansever, ben ve Şandor. Arabayı Şandor kullanıyor, Turgut Bey önde oturuyor, ben de arkadayım. Ayağımda çizme vardı, dizlerimin ıslandığını hissettim; su, arabanın içine girmiş. Islanıyorum deyince Şandor arabadan çıktı ve yüksekçe bir yere gitti, paçalarını çevirdi, geldi beni kucakladı. Ben yürürüm, çıkarım diyorum ama hayır olmaz dedi. Sonra gitti Turgut Cansever’i kucakladı. Beraber yürüyerek Taksim’e çıktık ve araba gömülü bir vaziyette kaldı suyun içinde. Taksi bulduk; önce Turgut Bey’i evine bıraktık, sonra biz eve geldik. Dediler ki, bu arabayı çekecek kişiler Kabataş’ta. Gittik orada bulduk onları, geldiler arabayı çektiler. İşte o serginin açılış günü böyle bir gündü. 84 yılı idi. O sergi ilgi uyandırdı. Temmuz ayında Milli Reasürans Yarışması’na davet edildik.

Yani Mimar Sinan’da hocalardan pafta istenmesi sonra Mimarlar Odası’nda sergi açmamız, bu serginin başlangıcı oldu.

Kadın mimarlar konusunda İran’da bir faaliyet varmış, benden bir sunum istediler. Sergi büyük panoları almıyormuş, en çok 60×60 cm. Biz de öyle yaptık, birbirine ekledik katlanır bir şekilde. Şandor da şöyle demişti o zaman: “Erkek mimarları çalıştırıyorsun, kadın mimar olarak sergiye katılıyorsun.” İran’a gitti paftalar. Sonra o panolar geri gelmedi. Ertesi sene Fransa için istedikleri zaman yollamadım.

Şandor vefat edince Mimarlar Odası üyeleri hemen Teknik Üniversite’ye haber vermişler, Yönetim Kurulu toplantısı varmış ve hemen orada bir sergi ile Şandor için bir anma günü yapma kararı vermişler. Şandor o okulun mezunuydu fakat orada hoca değildi. Çok iyi tanınan ve sevilen bir kişiydi. Şandor 26 Mart’ta vefat etti, 25 Nisan’da bu sergi açıldı. Büroda, bir taraftan Milli Reasürans için çalışıyoruz, bir taraftan da bu sergi hazırlanıyor. O sergide bazı eklemeler yaptık.

2003 yılında Beykent Üniversitesi’nden bir sergi istediler, Atölye 111’de Sıraselviler Caddesi’nde 30 pano sergilendi. O zaman Burçin Yıldırım, güzel bir çalışma yaptı; çizimler hep el çizimleriydi, onları bilgisayara aktardı. O sergi birçok yere taşındı. Vinil baskı yapılmıştı, rulo halinde saklıyorduk. Hala hepsi duruyor gayet düzgün şekilde, hiç bozulmadı. Onlardan doğrudan istifade etmedik; ama tabii çizimlerinin faydası oldu.

Şandor vefat ettiğinde de bütün binalarını dolaştık, fotoğraflarını çektik. Onlardan da kullandıklarımız oldu ama burada sponsor dolayısıyla çekilen yeni fotoğraflar var.

N.İ.: Ufuk Hanım ile iş birliğinizin hikâyesini de merak ediyoruz.

S.H.: Ufuk ve Tülin iyi arkadaştı, beraber seyahate gidiyorlar, her zaman görüşüyorlar. Bir yerde tanıyordum arkadaşlarını. Ufuk’un ilgilerini, yaptıklarını biliyordum.

U.D.: Neden benimle çalışmak istiyorsunuz diye Tülin’e sorduğum zaman “içtenlik” cevabını vermişti.

N.Ş.: Peki Macar Kültür Merkezi’ndeki bu serginin hazırlıkları ne kadar sürdü?

S.H.: Sergi yapalım deyince Ufuk getirdi önüme çok büyük bir liste koydu;  neler yapılması, neler hazırlanması lazım…

U.D.: Evet böyle bir konsept çalışması yapmıştım, bir ön konuşma olmuştu ama bir yere varılmadı orada. Çok daha sonra, Sevinç Hanım’ın, Gábor Fodor ile görüşmesinin ardından ben de kendisiyle tanıştım, başladık konuşmaya. Pandemi yüzünden ilk zamanlar zorlandık ve dolayısıyla son 6 ayı daha yoğun olan iki yıla yayılıyor.

Kupkuru bir ceviz ağacı; onun üzerinde spatulayı çalıştırmak zor ama Şandor inatçı ve ısrarla çalışan biri.

N.Ş.: Sergide öne çıkarılan projeler nasıl seçildi?

U.D.: Elimizdeki malzemenin niteliği elemenin birinci adımıydı. Tüm projelerin sergide yer almasını çok isterdim, özellikle Reklam Sitesi’nin ama sunulabilir nitelikte belge yoktu elimizde. Sait Halim Paşa Yalısı’nın restorasyonundan sergide bütünlük sunmayacak kadar az eskiz/çizim vardı. Sergide 4 tane büyük proje yer alıyor; 2 kütüphane yan yana ve Doğu Eserleri Müzesi ile Milli Reasürans. Hem ölçek olarak önemliler hem de detaylı malzemeleri vardı. O yüzden bu dördü bu kısımda sergileniyor. Konutlar ve konutlar için yapılmış mobilya çizimleri de var.

S.H.: Aslında başka mobilyalar da vardı; kütüphane, ayakkabılık vs. ama onlar konulmadı sergiye.

U.D.: Ele hayran, el becerisi çok yüksek bir adam, mobilyaları da kendisi yapıyor.

S.H.: Sınıf arkadaşlarımdan Mehmet Tataroğlu, çok mahir bir mimardı, sınıfımızın en parlak mimarlık öğrencilerindendi. Eski eserlerle çok ilgileniyor, bir taraftan da çok varsıl ailelere iş yapıyordu. Örneğin Koç ailesinin de antikaya merakı var, onlar için eski eserler toplanıyor. O arada tabii Mehmet’in elinden geçiyor her şey. Çiğdem Koç, Mehmet’e bir kavukluktan 30 adet sipariş etmiş; Mehmet, Şandor’a size de yaptırayım mı deyince “Ben yaparım, sen ver bana onu” dedi. Sonra Mehmet ile beraber bitpazarına gittiler, oradan eskimiş bir ceviz sandığı aldılar. Kupkuru bir ceviz ağacı; onun üzerinde spatulayı çalıştırmak zor ama Şandor inatçı ve ısrarla çalışan biri. 35 günde yaptı o kavukluğu ve o esnada başka bir şey ile uğraşmadı.

Diploma projesine bakınca birtakım tohumları fark ediyorsunuz; birçok ipucu okunuyor: Nasıl yaklaşıyor projeye, nasıl çiziyor…

U.D.: Kavukluk sergide üçüncü boyutu da veriyor; duvarın hareketliliğini sağlıyor. Eskizlere geçiyorum buradan, çünkü eskiz ara aşama. Bu duvarın sadece eskizlerden oluşmasını istemiştim, ancak iki projenin kağıtları çok hassastı onları tıpkı basım koyduk. Eskizlerin karşı tarafında Fatih Projesi yer alıyor. Eskizleri kalmış, yarışmaya gönderilen projenin kopyası arşivde yok. O kısmın bağlayıcı konsepti de aslında buydu, tasarımın ara aşaması olarak eskizler.

Son duvarda Adana Projesi var; son dakika ortaya çıkan, beni çok heyecanlandıran bir proje. Maket fotoğrafını biliyordum, Sevinç Hanım “Bunun projesi bir yerlerde var” demişti ama bulunamamıştı. Sergi açılmadan iki hafta önce projeyi bulduğunu söyledi. Kesinlikle yer açmalıydık. 62 yılına ait o proje, yanında da 65 tarihli Beyazıt Çarşı Projesi var ki Şandor Hadi 60-61 döneminde mezun olmuş. Yani sergideki son işler, diploma projesi ve ilk yaptığı projelerinden oluşuyor. Diploma projesine bakınca ilk tohumlarını fark ediyorsunuz; birçok ipucu okunuyor: Nasıl yaklaşıyor projeye, nasıl çiziyor… Sonra yapılan projelerde Sevinç Hanım ile birleşiyor zihin dünyası.

Zihnindeki ev imgesi aile ve o sıcak mekân.

N.İ.: Tuzla’daki yazlık evde, hem anlatılar hem fotoğraflar aracılığıyla yaşanmışlığı görebiliyoruz. Evin farklı zamanlarından fotoğraflar var ama diğer yapılarda belirli bir dönem, belirli bir an seçilmiş ve bırakılmış gibi. Eldeki malzemeler mi belirleyici oldu bu seçimde de?

U.D.: Projenin başlangıç noktasında amaçlarımızdan biri aile sıcaklığını yaşatmaktı, Sevinç Hanım bunu sık sık vurguluyor. O evin mekân kurgusunu da buna göre oluşturduklarını, her yerden her yeri görebilen bütüncül, merkezi, aile sıcaklığıyla, aileyle birleşen bir mekân olmasını istediklerini anlatıyor. Yani zihnindeki ev imgesi aile ve o sıcak mekân. Tuzla için “gündelik hayat” diye bir pano yaptık. O evin sıcaklığını, aileyi, eve gidip gelenleri aktarmayı böyle denedim. Eldeki malzeme önemliydi ama burada öne çıkmasının sebebi kendi evleri olmasıydı biraz da.

Sergiyi kurgularken ev projelerini nasıl yerleştireceğimi sordum kendi kendime; tam karşıda hangisi olmalıydı Etiler Evi mi yoksa Tütüncü-Hadi Evi mi? Aile olmanın, birlikte olmanın mekânsal arayışına örnek olan Tütüncü-Hadi Evi’ni buraya yerleştirdim. Karşı salondaki Şandor Hadi’nin otoportresinin de tam aksında.

Şandor’a ver bir iş, sana temelinden başlasın çatısına kadar yapsın.

S.H.:  Louis Kahn sergisinde[2] Cemal Emden’in fotoğrafları vardı yerden tavana kadar. Çok çok etkileyiciydi, ben de öyle yapabilmek isterdim. Mekânlar o şekilde sergilenseydi, buradakinden çok daha etkili olurdu.

N.İ.: Dönemle ilgili bir yaklaşım da olabilir tabii ama listeye baktığımda şu çok ilgimi çekti: Bugün mimarlar “şantiye mimarı”, “yarışmacı mimar” vb. olarak konumlanıp belirli bir alanda üretime odaklanabiliyor. Bazen tasarımdan uygulamaya geçecek fırsatı bulamıyorlar, bazen de tercih etmiyorlar. Ama Şandor Hadi’nin yaptığı işlere baktığımızda büyük bir çeşitlilik görüyoruz.

S.H.: Şandor hem mimar hem sanatçı hem de zanaatçı. Zanaatkârlarla çok konuşurdu; marangozlar, taş ustaları, beton işi hepsiyle çok ilgilenirdi. Doğrudan doğruya işlerin içindeydi. Şandor’a bir iş ver, sana temelinden çatısına kadar yapsın. Yani camını kesmek, macun çekmek, camın etrafına cila yapmak gibi işler onun için problem değildi.

Bu fikre varınca işte o iki cadde birleşti ve o arayı çarşı olarak değerlendirdik.

N.Ş.: Buradan Reasürans’a geçersek…

S.H.: Ne yaptıysak bu binada öğrendiklerimizden yararlanmaya çalıştık. Projeye ilk başladığımızda tesadüf o günlerde Şandor İstanbul’da, ben Tuzla’dayım ve bir türlü bir araya gelemiyoruz çalışmak için. Dedi ki bir yarışmaya davet edildik; eve şartnameyi yollamış Milli Reasürans.

Bizim evde bir yemek masası var, kütüphane için çizilmiş bir masa, kocaman. Herkes uyuyunca, oturdum açtım. Başlamak çok tuhaf bir iş, insan ürküyor. Bir taraftan da yapmak istiyor. Okudum programı, sonra İstanbul’a araziyi görmeye gittim. O zaman İş Bankası’nın tek katlı bir binası vardı, yanında da bir kebapçı, oraya bakıyorum öylece. Birden o tek katlı yapıyı kafamda yükselttim yukarı doğru. Orada o şekilde bir doluluğu düşünemedim, olmadı bu dedim, muhakkak başka bir şey yapmalıyız. Sonra Şandor ile bir araya geldik, Osmanbey’den itibaren yürümeye karar verdik. O caddenin darlığı devam ediyor, gölgeli bir yol… Kaldırım kotundaki vitrinler buraya gelince kesiliyor. Sonra Maçka Palas’ın altında Necmi Rıza Çiçekliği vardı. Oturduk çalıştık beraber, cadde üstüne getirdik binayı, koparttık, programı didikledik. Tabii bir tarafta Milli Reasürans’ın 16 bin m2 ihtiyacı var bir tarafta da 35 bin m2 imar hakkı. Geri kalanı için jüri şunu söylüyor: Yarışmacı istediği programı, istediği şekilde teklif edebilir. Bu serbesti içinde buralarda, zemin katlarda, birinci katlarda, ne iş yapıyorlar, biz ne önerebiliriz diyerek çevreyi gözlemledik.

15 proje grubu davet edilmişti, 9 grup katılmış. Çok şey istiyorlardı; tesisat projesi, elektrik projesi vs. Tabii bunların karşılığında bir bedel ödüyorlardı ama o verilen emeğin karşılığı değil gibi görünüyordu. Yarışanlardan otel teklif eden vardı, büyük mağaza yapan vardı. Neticede biz, zaman içinde ihtiyaçlar değişince, kullanıcılar değişince değişebilir bir program elde edelim dedik. Bir taraftan da Milli Reasürans’ın bu yapılan düzenlemeden para kazanması lazım çünkü esas fonksiyonu sigorta şirketi olmak.

Milli Reasürans için resmi ofis bölümleri dışında, özel olarak kullanabilecekleri açık ve kapalı kullanım alanı olan bir lokal, bir lokanta istiyorlardı. Önce lokal gibi programları zemin kata koyalım dedik ama sonra birden uyandık. Buranın bir şansı da iki cadde arasında olmasıydı. “Ne münasebet, niye zemin kata koyuyoruz, bunu başka bir yere koyalım ve zemin katı sokağın devamı olan bir yer olarak kullanalım” dedik. Bu fikre varınca işte o iki cadde birleşti ve o arayı çarşı olarak değerlendirdik. Yarışmada aslında iki şık isteniyordu. O alanda bir Kızılkaya Apartmanı var. Orayı satın alamamışlar;  aranızda bir anlaşma yapın, yeni bir yer yapıp bir köşeyi onlara verin, burayı bütün olarak halledelim dedim ama yapamadılar. Onun için arada o yapı var: yükselen kısım ve etrafını dükkânlarla sardığımız arka bahçesi…

Şandor imza atıyorsa ben ne diye atayım veyahut da ben atıyorsam Şandor ne diye atsın diyordum.

N.Ş.:  Projeyi birlikte tasarladınız ama şantiye sürecini siz yalnız yürüttünüz, nasıldı bu süreç?

S.H.: 84 Temmuz’unda yarışmaya başladık ve proje 1 Kasım’da teslim edildi. 18 Ocak’ta sözleşme imzalandı ve ertesi sene Şandor maalesef vefat etti. Ondan sonra ben devam ettim. Hemen şantiye başlamadı, 87 yılında, Ağustos ayında proje tasdik edildi. Bir sene kadar ankrajlı perde yapıldı bütün alanda. O zamana kadar İstanbul’da hiç böyle bir uygulama yapılmamış, ya birinci ya ikinci binayız Şişli bölgesinde. Tüm o süreçte bulundum. Şantiye sırasında ufak ufak değişiklikler oldu projede, hallettik.

N.Ş.: Birlikte çalışma dinamiğiniz nasıldı? Anlaşır gibi görünüyorsunuz tabii ama tartışmalar da oluyor muydu?

S.H.: Çok münakaşa ederdik. Şandor bana “Sen hiçbir şey yapmasan da şu büroda otur” derdi. Konuşuyorduk hep ve o konuşmaların bir faydası oluyordu. Ben korkardım benim yaptığımı beğenmez Şandor diye, o da “Asıl ben senden korkuyorum” derdi.

N.İ.: Milli Reasürans için yapılan kitapçıkta hem birlikte hem de ayrı ayrı yaptığınız projeler listelenmiş. Özellikle birlikte olanlara baktığımızda birbirini takip eden projeler görüyoruz. Her yıl bir çalışma ya da yarışma var. Birlikte çalışmaya nasıl, hangi projeyle başladınız?

S.H.: Ben hayatıma Şandor ile çalışarak başlamadım. Bir işim, bürom vardı; onun da öyle. Milli Reasürans işine de başlangıçta imza atmadım. Yarışmada ilan edilen ücret çok düşüktü. Bunun asla yetmeyeceğini, imkânsız olduğunu epeyce anlattık ve biraz artış yaptılar sonunda. Bütün bu tartışmalar esnasında ben de işin içinde vardım. Şandor imza atıyorsa ben ne diye atayım veyahut da ben atıyorsam Şandor ne diye atsın diyordum. Bir şirketleşme, birlikte iş yapma, işe ismi yazma gibi gayretimiz yoktu. İlk projemiz 64 yılında Fatih Anıtı Yarışması. Orada mansiyon aldık.

Fakat çevre ile uyumu, bağlantıları veya çevreden kopması gereken öğeleri de aynı ağırlıkta ele almak istedik.

N.İ.: Ardından sanırım yine bir yarışma projesi daha var: Reklam Sitesi.

S.H.:  Biz ikinci olduk orada. Günay Çilingiroğlu’nun binası birinci oldu ama biz oradan bir şey öğrendik ve Milli Reasürans’a faydası oldu.

İşveren, avukat, reklamcı Süheyl Gürbaşkan, Cağaloğlu’nda birkaç yerde böyle küçük küçük katlar kiralamış, oralarda çalışanları var. Hepsini bir yere toplamak istiyor. Biz projemizde başkanın odasını çevreye yakın olsun diye birinci kata koyduk, çalışan personel doğru dürüst hava alsın, manzara görsün diye de yemekhaneyi çatıya yaptık. Ama Günay Çilingiroğlu çok akıllılık yapmış; patronun yerini en üst kata koymuş, deniz manzaralı.

Milli Reasüransla ilişkisine gelince… Yeri görmeye gittiğimizde Ralli Apartmanı’nın çatı katı boşaltılıyordu, çıktık oraya, manzara görünüyor. Tamam dedik biz en üst kata Milli Reasürans Genel Müdürlüğü’nü koyalım. İnsan başkalarının tecrübesinden fayda ediyor.

Aslında tabii Genel Müdürlüğü giriş kata koymayı asla düşünmüyorduk, çünkü yarışma şartnamesinde “Genel Müdürlük merdiveni perspektifi verilecektir” şartı vardı. Biz öyle bir şey yapmadık. En üst kata iki kollu merdiven ile çıkılıyor fakat kapalı yapmadık, dışarıyı görür biçimde yaptık.

Memurların, müdürlüğün ve ofis ziyaretçilerinin ayrı girişleri var ve bütün bunları cadde tarafına baktırdık; ışık alıyor hepsi. Çalışma kısmını ise rahat çalışabilmeleri için caddeden uzaklaştırdık. Genel Müdürlük’e çok iyi çalışılabilecek bir ortam yaratmak istedik. Fakat çevre ile uyumu, bağlantıları veya çevreden kopması gereken öğeleri de aynı ağırlıkta ele almak istedik. Aynı zamanda şehirsel düzeni kaybetmek istemedik. Tarihi olarak önem kazanmış bir bina var orada; Maçka Palas. Onunla nasıl yan yana geliriz? Birinin birtakım vurgulu hatları var, öbüründe ne olacak? Farklı fonksiyonlar dışarıda nasıl vurgulanacak?

Biz akılda kalacak binayı şehirsel bir çekim noktası olarak düşündük.

Çevrede bizim tesir edemeyeceğimiz mevcut bir durum var ama tesir edebileceklerimizi tanımak istedik. Araziye ilk gittiğimiz gün Maçka Palas’ın görünüşünü çizdik. İki tane ana kapı, 4 tane daire var yan yana; zemin kat üzerinde bir silme, geri çekilmiş bir teras kat, bunu göz önünde bulundurduk. İki tane doluluk yan yana gelince ne olacak? O halde en iyisi yok olalım buradan dedik. Tarihi bina önde kalsın, biz geriye çekilelim. O zaman Ralli Apartmanı, tarihi yapı olarak kabul edilmiyordu, o bakımdan makette yerini dolu olarak gösterdik. Biz geriye gidince ne olacak? Onların yan cephelerini göreceğiz. Yan cepheleri görünce ne olacak? Şehirsel düzende geri kalmış bir bina. Böyle bir şey o cadde üzerinde hiç yok. Dedik ki bir bu yan cepheleri görmeyelim, birer duvar çekelim; içine fonksiyonel yerleştirelim. Dolayısıyla biz geride kalsak da o ileri çıkan kollarda Milli Reasürans’ın ihtiyacı olan birtakım fonksiyonlar olacak. Böylece ofisten bakılınca görülen çevreyi kendimiz yaratmış olduk. Şehirsel düzeni kaybetmemek için de Çakmakçıoğlu’nun bürosunda gördüğümüz üzere köprü yapalım dedik. Onun programında ise Genel Müdürlük, Mütevelli Heyeti ve Genel Müdür Muavinleri bölümleri yer alıyor. Sanki o açıklık onun için verilmiş gibiydi. İki tarafta, çift duvar içinde yangın merdiveni, tuvaletler, klima dairesi gibi teknik bölümler yer alıyor.

Bunu yaparken tabii ki tarihten de ders alıyoruz. Bir kitap kapağında Ahmet Yesevi’nin türbesi vardı. Müthiş bir giriş kapısı, arkada daha mütevazı bir türbe. Şartnamede röper noktası olacak bir bina yapınız diyorlardı; şehirde akılda kalacak bir bina. Biz akılda kalacak binayı şehirsel bir çekim noktası olarak düşündük. Önde boşluk yapma fikri ve o boşluğu yukarıda devam ettirip örtme… Buhara’da, Anadolu’da böyle evlerde hem Şandor vaktiyle yaşamış hem de ben yaşadım. Mesela ben Mersinliyim; yaylalara çıkardık, orada eyvanlı evler vardı. Boşluklar koymak, araya avlular sokarak yukarıdan gelen ışığı devam ettirmek, komşulardan ve trafikten uzaklaşmak, tarihi eserle yan yana gelmek, röper olmak gibi maddelere cevap vermeye çalıştık.

N.İ.: Tarihi yapı ile birlikte tasarlama durumunu İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi’nde görüyoruz.

S.H.: Orada dışarıdan hatları devam ettirmek var. Zaten Sedad Hakkı da vaktiyle dikkat etmiş, İstanbul Üniversitesi Fen ve Edebiyat Fakülteleri’ni tasarlarken. II. Beyazıt Hamamı’nın silmesinin ardından kubbesi başlıyor. Altta taş kaplı kısım, yukarıda sıvalı pembe kısım ile onun izlerini devam ettirmiş projede. Diğer tarafta ise kütüphane devam ettiriyor bu hattı. Ama şöyle ki kütüphanenin yüksek mekâna ihtiyacı var. Burada mekânı teşkil etmek önemli; bir ana mekân ve ona bağlı yan ikincil mekânlar yapmak. Bütün binalarımızda var bu. O kütüphanede de bir ana mekânlar dizisi var, yüksek fakat ona iştirak eden galerili katlar var. İkisinin bir aradalığı, birlikte yaşam, bir total mekân elde etmek ama aynı zamanda özel noktalar olarak kullanılması… Bunu elde etmeye çalıştık.

N.İ.: Bu sergideki projeleri görebileceğimiz bir katalog veya kitap çalışması düşünülüyor mu?

U.D.: Kitap projesi daha uzun vadede düşünülüyor. Fotoğrafların altyazılarla birlikte yer alacağı bir katalog da düşünüyoruz.

N.Ş.: Aslında tabii ki Şandor ve Sevinç Hadi sergisi bu. Öyle bakıyoruz haliyle. Sizinle ilgili de daha çok şey duymak istiyoruz. Öyle bir sergi olacak mı yakın zamanda?

U.D.: Sevinç Hanım, Mimar Sinan Büyük Ödülü aldığı için böyle bir sergi düşünülüyor Oda tarafından.

S.H.: Beni Oda’dan aradılar, Ekim ayında Dünya Mimarlık Günü’nde sizin serginiz olacak dediler.  Şimdi tabii o sergiye biraz bu sergiden işler gider ama ben aynı olsun istemiyorum. Buradan pafta taşımayalım. Başka şekilde ifade ederiz.

U.D.: Sonuçta Sevinç Hanım’ın farklı ve müthiş bir birikimi var. Orada farklı bir şekilde ele alınacak.


Söyleşi, 12 Ocak 2023 tarihinde Macar Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilmiştir.
[1] İnsanın Elini Fark Etmesi. 1958. Sevinç Hadi Koleksiyonu
[2] Louis Kahn’a Yeni/den Bakış: Cemal Emden’in Fotoğrafları – Çizimler ve Resimler, Küratör: Müge Cengizkan, 7 Aralık 2017 – 11 Mart 2018, Pera Müzesi.